ZANÂTTA ÂHİLİK, SANATTA LİYÂKAT!



Mektup Edebiyat Dergisi / 01.03.2018

Liyâkat kelimesini duyduğunuzda sizin de aklınıza siyaset ve bürokrasi mi geliyor? Ben bu yazımda liyâkat ilkesini siyaset ve bürokrasi ile bağdaştırmak istemiyorum. Hatta size liyâkata dayalı yönetim biçimi olan Meritokrasi'yi anlatmak gibi bir niyetim de yok.

Ehliyet ve liyâkat kavramları kardeş kavramlardır. Herhangi bir konuda yardıma ihtiyaç duyduğumuz zaman o işin ehlini bulmaya çalışırız. İşinin ehli olan bir insan, hem bilgisiyle hem de tecrübesiyle üstlendiği işin üstesinden kolayca gelir. Ehliyet; bilgi ve becerinin kıvam derecesidir. Liyâkat kelimesi ise ehliyet gibi "yeterlilik" anlamını taşımakla birlikte uygunluk ve lâyık olmak anlamına da gelmektedir. Liyâkata hayatımızın her alanında önem vermeliyiz. Gerekli niteliklerin olmadığı, yeterlilik ve uygunluk içermeyen faaliyetlerin ciddi rahatsızlıklar ve aksaklıklar doğurduğu bilinen bir gerçektir. Diğer alanlarda ehliyete önem verdiğimiz kadar sanatta ve edebiyatta da liyâkata önem verirsek çok daha başarılı olacağımızı düşünüyorum.

Edebiyatın ve sanatın geniş bir yelpazeye sahip olduğunu unutmamalıyız. Sanat, kendi içinde el sanatları, görsel sanatlar ve sahne sanatları gibi çeşitli kategorilere ayrılmaktadır. Edebiyat alanında ise şiir, öykü, roman, deneme gibi eserler edebi eserlerdir. Edebiyat ve sanat aslında birbirine çok yakındır. Sanatın ve edebiyatın Allah'tan gelen bir ilham olduğunu çocuklarımıza ve gençlerimize çok iyi anlatmalıyız. Sanata ve edebiyata eğilimi olan çocukları erken yaşlarda doğru bir şekilde yönlendirmeliyiz. Yetenekli çocuklar bu bilinçle yetişip eser ürettikleri zaman daha ehil ve üretken olurlar.

Örneğin, Anadolu'nun küçük bir kasabasında yaşayan, resim yapmayı seven ve oldukça da yetenekli ilkokul çağındaki bir çocuk düşünelim. Ailesinin izniyle ve öğretmeninin telkinleriyle bu çocuğun yeteneğine devletimizin sahip çıkması gerekir. Bakın, Türkiye'de "İş ve İşçi Bulma Kurumu" bile var. Geçen sene Ağustos ayında "'Kültür ve Sanat Kurulu' neden yok?" başlıklı bir köşe yazısı yazmıştım. Buna benzer bir kurul vasıtasıyla Anadolu'nun güzide şehirlerinde yüreğinde sanat aşkı ile yaşayan o genç yeteneklere devlet nezdinde sahip çıkılmalıdır. Düşünün ki, biraz önce bahsettiğimiz çocuğa devlet tarafından en alt dereceden "Gelecek vaat eden ressam adayı" unvanına sahip olduğunu belirten bir kimlik kartı verilse, o çocuk, kim bilir ne kadar mutlu olur ve kendine olan özgüveni artar. Sanata ve edebiyata dair emek sarfeden her yaştan insana devlet bu imkânı verse zaten kendiliğinden bir liyâkat sistemi oluşur. Böylece yayınlanmış ve yayınlanacak olan sanat eserlerinin fikri takibi yapılmış olur, eserler arşivlenmiş olur ve üzerinden yıllar geçse bile haksızlığa sebebiyet vermeden telif hakları koruma altına alınmış olur. Osmanlı Devleti'nin hüküm sürdüğü zamanlarda bile zanâatkar insanların ve tüccarların faaliyetlerini düzenleyen bir âhilik sistemi vardı. Âhilik sistemine göre loncalara bağlı olan insanlar çırak, kalfa ve usta mertebelerinden geçerek zanâatkar ve tüccar olurdu.

Son yıllarda medyanın sanatta liyâkat ilkesine çok zarar verdiği artık aşikârdır. Maalesef "meşhur olmadan sanatçı olunamaz" diye bir algı oluştu. Sanatı şöhretle aynı kefeye koymak sanata ihanettir. "Kültür ve Sanat Kurulu" şart! Bakın, "meşhur olmadan sanatçı olunamaz" algısı yüzünden çocuklar, gençler hatta yaşlılar bile çektikleri komik ve kendilerince absürt videoları internete yüklüyorlar. İlgi çekmek için hayâsızlıkta, arsızlıkta sınır tanımayan hal ve hareketlerle, görüntülerle şöhreti yakalamaya çalışan, sıradışı olmayı medeni cesaret zanneden bir güruh oluştu. Bir anda "fenomen" oluyorlar ve sanal gündemlerle şöhret basamaklarını hızla tırmanıyorlar. Üç gün sonra unutulup siliniyorlar. Kaybolan hayatlara acı bir hikâye daha ekleniyor. Kumkapı Cinayeti’nden iki şarkıcı çıkmıştı. Kayboldu, silindi, gitti. “Semra kaynana” da şöhret olmuştu. Evladı otel odasında vefat etti. Yazık değil mi? Bir hayat daha kayboldu. Sanatta liyâkat olmayınca "kullan at" sistemi gibi acımasız bir çark kuruluyor. Kurbanları masum olan bu çirkin çarkın durdurulması için "sanatta liyâkat" dönemi başlamalıdır.

Günümüzde zaten sanata ve edebiyata verilen önem çok iyi bir seviyede değil. Edebi eserler konusunda bir kısırdöngünün içindeyiz. Yayınevlerinin edebi eserleri tamamen ticari bir meta olarak değerlendirmeleri, eserlerin müelliflerine kırk dereden su getirtmeleri, telif hakları ile ilgili sözleşmelerde kurnazlık yapmaları Türk Edebiyatı'na büyük zararlar veriyor. Bu durum ne yazık ki, liyâkat sahibi tecrübeli yazarlarımızı zor durumda bırakıyor, yeni yazarlarımızı da edebiyattan soğutuyor. Unutmayalım; Necip Fazıl Kısakürek, Mehmet Akif Ersoy, Arif Nihat Asya, Aziz Nesin, Kemal Tahir, Tarık Buğra, Peyami Safa, Muzaffer İzgü ve Orhan Kemal gibi daha adını sayamadığım şairlerimiz ve yazarlarımız kolay yetişmediler.

Sanatsal anlamda ise el sanatları ve görsel sanatlar ikinci planda tutulmaktadır. Şu anda sahne sanatlarına çok rağbet ediliyor. Dizi, sinema ve tiyatro... Televizyonda yayınlanan dizilerin konuları hiç dikkatinizi çekiyor mu? Aşk, nefret, ihtiras, yasadışı iş yapan güya masum mafya, aile içi çatışma, gayrimeşru ilişkiler ve bu normal gösterilen gayrimeşru ilişkilerden dünyaya gelen çocuklar... Sanatın tamamen geri planda tutulduğu, kıyafetlerin ve mekânların bile sponsorlar tarafından belirlendiği, senaryo kurgusu zayıf olan, yapmacık ve doğallıktan uzak, sırf meşhur olduğu için başrolde yüksek ücret karşılığında oynatılan tecrübesiz oyuncuların rol aldığı diziler televizyonlarda yıllarca izlenmektedir. Mevcut dizilerin arasında tarihimizi anlatan ve mahalle kültürümüzü yansıtan diziler de var çok şükür. Ancak sayıları çok az. Allah sayılarını arttırsın.

Sinema için de "sektör" demek istiyorum. Çünkü sinemalar da kapitalist sistemin içinde acımasız ve haksız rekabetin revaçta olduğu bir sektör olmuş. Bir sinema filmi çekmek için öncelikle ünlü simaları bir araya getirmelisiniz. Sinema filminizde ünlü oyuncular yoksa sponsor bulamazsınız. Diyelim ki, sponsor buldunuz, filminizi çektiniz. Bu sefer de sinema salonlarının sahipleri ile masaya oturmanız gerekiyor. Sinema salonları her filme salon tahsis etmiyor. Gördüğünüz üzere sanatla pek ilgisi olmayan sinema filmleri de sadece belli bir kesime hitap eden filmler olarak vizyona çıkıyor. Bütün bunlar yaşanırken gerçek sinemacıların maruz kaldığı haksızlıklara da çare bulunamıyor. Bundan tam 45 yıl önce çekilen, yönetmenliğini Ertem Eğilmez'in yaptığı, başrollerinde rahmetli Halit Akçatepe ve Tarık Akan'ın yer aldığı "Canım Kardeşim" gibi özgün ve duygu yüklü filmler bugün bunca imkâna rağmen neden çekilemiyor? Rahmetli Kemal Sunal'ın halen seyretmeye doyamadığımız filmlerindeki doğallık ve samimiyet bugün seyirciye yansıtılamıyorsa sıkıntı büyük demektir. Tiyatroda da halen ideolojinin sanatın önüne geçtiği bir dönemde yaşıyoruz. Ahbap-çavuş ilişkileri ile hazırlanan veya çalınan tiyatro eserleri Türkiye'nin her yerinde sahnelenir oldu. Ama dini ve milli hasletlerle yazılmış tiyatro eserlerini tiyatro salonlarında göremiyoruz.

Kültür ve Turizm Bakanlığı, sanata maddi destek vererek bir açığı kapatmaya çalışıyor. Ancak sanatta liyâkat sistemi bu şekilde oluşturulmaz. Şairlerin, yazarların, edebiyatçıların ve sanatçıların bir araya gelerek kurdukları dernekler ve vakıflar da "körler, sağırlar, birbirlerini ağırlar" atasözünü hatırlatmaktan öteye gidemiyor. Kendi aralarında toplanarak yaptıkları ödül geceleri bile çok vasat. "Kültür ve Sanat Kurulu" olmayan bir ülkede çalıntı müziklere ve eserlere ödül verilen bir dönemden geçiyoruz. Düzenledikleri ödül geceleri medyada haber olsun diye meşhur insanlara ödül vermeleri de ayrı bir garâbet. Bu yüzden sanatta liyâkat ilkesinin önemini anlamamız gerekiyor.

Berber olmak için bile bir mesleki eğitim merkezinde eğitim görmeniz ve ustalık belgesine sahip olmanız gerekmektedir. Doktor, mühendis veya avukat olmak için de üniversite mezunu olmanız ve belirli bir tecrübe kazanmanız gerekiyor. Ama nedense ülkemizde "sanatçı" olmanın herhangi bir derecesi veya bir liyâkat seviyesi yok. "Şöhret" olsunlar yeter, gerisi önemli değil. Kime göre ve neye göre şöhretli, bunun da önemi yok. Magazin haberlerinde yer alabiliyorlarsa ve yaşantıları ile topluma kötü örnek oluyorlarsa onlardan şöhretli sanatçı yoktur. Bunu başarabilen seviyesiz insanlar, resmi resepsiyonlara davet ediliyorlar. İsimleri her yerde anılıyor. Onlara her sene ödül bile veriyorlar, hak etmedikleri ve lâyık olmadıkları halde...

"Sanatçı" kimliğinin ülkemizde ne kadar değer kaybettiğini anlayabiliyoruz. Devlet, sanata ve sanatçıya sadece maddi anlamda destek olursa olacağı budur. Sanatın ve sanatçının garip bırakıldığı bir ülkede yaşıyoruz. Unutulmaya mahkûm edilmiş o kadar asil ve liyâkat sahibi sanatçılar var ki, hangisini anlatayım. Artık günlük sanatçılarla gündemimiz meşgul ediliyor. Onların kaprislerini, kibirli hareketlerini televizyonlarda izliyoruz, gazetelerde okuyoruz. Nerede gerçek sanatçılar?

Siz hiç iyi nişan alıyor diye bir avcının albay rütbesine getirildiğini gördünüz mü? Ya da iyi bıçak kullanıyor diye bir kasabın doktor yapıldığına şahit oldunuz mu? Bununla ilgili sayısız örnek verebiliriz. Çünkü askeriyede ve çeşitli meslek gruplarında liyâkat ve ehliyet kavramlarına büyük önem verilir. Askeriye demişken 20 Ocak 2018 tarihinden bu yana 'Zeytin Dalı Harekâtı'nı yürüten silahlı kuvvetlerimize ve askerlerimize muvaffakiyetler diliyoruz. Şehitlerimize Allah'tan rahmet, kederli ailelerine sabırlar, yaralı ve gazilerimize Allah'tan şifa dileyerek geçmiş olsun diyoruz.

Mankenlerin hiçbir eğitimden geçmeden ve bir liyâkata tabi tutulmadan filmlerde başrol oyuncusu yapıldığını gördük. Türkücü olarak tanıdığımız insanların dizi ve sinema filmleri çektiğini gördük. Meşhur olduğu için tartışma programlarına davet edilen ve her konuda ahkâm kesen fırsatçıları da gördük.

"Hasan kardeş, güzel yazmışsın da, sen hangi ara köşe yazarı oldun?" dediğinizi duyar gibiyim. Eleştirilemez bir insan değilim. Beni de eleştirebilirsiniz. Yıllardır özgün ve özel haberler yaptım. Gazetecilik yapıyorum. Dolayısıyla yazı işlerine uzak değilim. Yazmak, okumak ve okuduklarımı analiz etmek mesleğimin bir parçası diyebilirim. Burada da bir sanatsever olarak kültür, sanat ve edebiyata dair fikirlerimi ve temennilerimi sizlerle paylaşıyorum. 2017 yılının Mart ayından itibaren yayın hayatını sürdüren ve bu ay birinci yıldönümünde olan Mektup Edebiyat Dergisi'nin Genel Yayın Yönetmeni Sayın Çelebi Öztürk Bey, köşe yazısı yazmamı teklif ettiğinde çok heyecanlanmıştım. Çünkü köşe yazarlığı başlı başına bir sorumluluk gerektiriyor. Emin olun, ilk köşe yazım Çelebi Öztürk Bey ile görüştükten 3 ay sonra yayınlandı. Kendime bir ilke edinmiştim. Gündemi liyâkatsız sanatçı bozuntuları ile meşgul eden, sanatı çiğleştirip, çirkinleştiren, sanat adına milli ve manevi değerlerimize zarar veren medyayı takip ediyorum. Özellikle kültürü, sanatı ve edebiyatı yok sayan, görmeyen, hafife alan (bunu da itiraf eden) siyasi iradeyi eleştirmek için yazılar yazıyorum. Bu şekilde yazılar kaleme alarak okuyucularımıza haklı ve bilinçli mesajlar vermeyi hedeflemiştim. Umarım, bir yıl içerisinde kaleme aldığım yazılarımda bunu başarmışımdır. Bu anlamda sizin duygularınıza inanıyorum, takdir ve eleştirilerinize saygı duyuyorum.

Toplumsal dönüşümler bireyden başlar ve daha sonra toplumun geneline sirayet eder. "Sanatçı" deyip geçmeyelim. Sanatçılar topluma örnek olabilecek potansiyele sahip insanlardır. Bu yüzden toplumun örnek alabileceği asil ve üretken sanatçıların yetişmesi için sanatta ve edebiyatta liyâkat ilkesine önem vermeliyiz.

Hiç şüphesiz, her zaman ve her yerde üstün olan Yüce Allah'tır. Marifet, Allah'a lâyık bir kul olabilmek ve onun yolunda İslam ehli olmaya çalışmaktır. Ülkemizde de Allah'a lâyık bir kul olmaya çalışan, atalarımızın bıraktığı milli ve manevi değerlerle yoğrulmuş kültürel ve sanatsal mirasa sahip çıkan bir millet olmalıyız. Yaşantısıyla topluma örnek olan gerçek liyâkat sahibi sanatçılara da hak ettiği değeri vermeliyiz.


Bu köşe yazısı defa okunmuştur.