YERLİ EZİKLİK



Mektup Edebiyat Dergisi / 01.11.2020

Türkiye Yazarlar Federasyonu, Türkiye Şairler Federasyonu, Türkiye Yapımcılar Federasyonu, Türkiye Sanatçılar Federasyonu, Türkiye Senaristler Federasyonu, Türkiye Müzisyenler Federasyonu, Türkiye Tiyatrocular Federasyonu, Türkiye Hattatlar Federasyonu, Türkiye Ressamlar Federasyonu, Türkiye Heykeltraşlar Federasyonu...

Yukarıdaki kurumların hepsi hayal ürünüdür. Bu kurumları "federasyon" olarak hayal bile edemezsiniz. "Yahu bunlar çeşitli dernek, birlik, cemiyet ve platformlar olarak zaten var" demeyin. Faydası var mı, onu söyleyin. Ne idüğü belirsiz birtakım grupların yönettiği, ahbap-çavuş ilişkisiyle kurulan ve günü kurtarmak için göstermelik etkinlikler yapan sivil toplum kurumlarını bana anlatmayın. Ülkemizde yıllar önce sporun neredeyse bütün dallarıyla ilgili federasyonlar kurulmuş. Futbol, basketbol, voleybol, hentbol, golf, judo, boks, beyzbol... Bilardonun bile federasyonu var. Çoğu da ata sporumuz değil. Sizin de anlayacağınız üzere spora gösterilen ilgi ve alaka ne yazık ki sanata ve edebiyata gösterilmemiş.

Biz hayal kurmaktan, fikir üretmekten, hedef belirlemekten ve o hedefe doğru var gücümüzle koşmaktan yorulan insanlardan değiliz. Özellikle eğitimin, kültürün, sanatın ve edebiyatın ülkemiz ve milletimiz için büyük önem arz ettiğini her fırsatta dile getiriyorum. Yeni kurumlar açmak mesele değil. Önemli olan o kurumları korumak, yaşatmak ve daima geleceğe taşımaktır. 2018 yılında "Kültür ve Sanat Politikaları Kurulu" kuruldu ama altyapısı sağlam değil. Halen Türkiye'de sanata ve edebiyata dair yeteneği olan gençlere resmi düzeyde sahip çıkılmıyor. Gerçek sanatkârların hakları korunmuyor, emeklerine değer verilmiyor. Hâlbuki "federasyon" düzeyinde ve devlet denetiminde kurumlar olsa yediden yetmişe birçok sanatçıya manevi destek verilmiş olur. Nerede o ince düşünce, nerede o vizyon?

Bir önceki yazımda kavramların önemini anlatmaya çalıştım. Kavramları da insanlar yaşatır. Sadakat deyince aklınıza Hazreti Ebubekir (R.A.), öfke deyince aklınıza Hazreti Ömer (R.A.), edep deyince aklınıza Hazreti Osman (R.A.), ilim ve cesaret deyince aklınıza Hazreti Ali (K.V.), şefkat ve merhamet deyince aklınıza Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammed (S.A.V.) gelmiyor mu? Peki kötülük, hainlik, beceriksizlik, terbiyesizlik, işgüzarlık denildiğinde aklınıza kimler geliyor? Müzik, tiyatro, sinema, mizah, roman veya sanat denildiğinde aklınıza gelen ilk isimler sizin yüreğinizde bir nebze de olsa eserleriyle iz bırakmış insanlardır.

"Algı" ve "etki" çok önemlidir. Bilhassa gazeteler ve televizyonlar başta olmak üzere yazılı, görsel ve sosyal medya platformları bunun için var. Dışarıdan bakıldığı zaman medyada çok güçlü olduğumuz zannedilir. Maalesef bizler hakikate dair doğru bir "algı" ve bunun akabinde düzgün bir "etki" oluşturamıyoruz. Çünkü artık bizim fikir dünyamızda aydın, mütefekkir, duayen, sanatkâr gibi şahsiyetlerin önemi yok. Bunların yerine ünlüler, aktivistler, analizciler, troller, fenomenler, mankenler, etkileyiciler (influencer) var. Farkında değil misiniz, herkes fenomen, manken veya trol olmaya çalışıyor. Kavramlardan ziyade unvanlar bile yer değiştirdi.

Hayat akıp gidiyor. Üstad Necip Fazıl Kısakürek'in "Sakarya" şiirindeki "Her şey akar; su, tarih, yıldız, insan ve fikir / Oluklar çift; birinden nur akar, birinden kir" mısraları aklıma geldi. Günümüzde oluklardan "kir" aktığını daha net görüyoruz. Kimse kendi hatasını görmüyor. İyi aslında iyi mi, kötü aslında kötü mü, belli değil. Divan Edebiyatı şairi Bâki ise bir gazelinde "Âvâzeyi bu âleme Dâvûd gibi sal / Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş" diye yazmış. Şimdi neyin bâki olduğunu yazar ve mütefekkir Cemil Meriç'in 1974 yılında neşredilen "Umrandan Uygarlığa" isimli eserindeki "Yükselebilen ancak dalkavuklar! Herkes devletin sırtından refah elde etmek peşinde" sözleri daha net açıklıyor.

"Muhalif" olarak bildiğimiz insanların sanata ve sanatçıya verdiği değere bakıyorum. Bir de bizim "muhafazakâr" bildiğimiz camianın sanat anlayışına bakıyorum. Arada dağlar kadar fark var. Bir taraf sanatta tekelleşirken, diğer taraf sanatta körleşiyor. Muhafazakâr kesimin sanata ve sanatçıya verdiği değeri görüyoruz. Hayatta olan kıymetli sanatçıların kıymetini bilmiyorlar ki, vefat eden kıymetli sanatçıların kıymetini bilsinler. Bir de utanmadan "muhalif" taraftan transfer yapmaya çalışıyorlar. Bu durum "Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak" deyimini hatırlatıyor. "Muhalif" kesim kendilerinden olan sanatçıyı, oyuncuyu, yapımcıyı, senaristi ve yönetmeni korur, över, onore eder, yüceltir ve alkışlarla uğurlar. "Sanat" adı altında ahlaksızlığı özendiren filmler çekmek için olağanüstü çaba gösterirler. Birlik ve beraberlik içinde hareket ederler, hatta ödül törenleri bile düzenlerler. "Muhafazakâr" kesim böyle şeyler yapmaz, gerek bile duymaz. İçlerinden bir tanesi azcık başarılı olsun, azcık para kazansın, azcık övgü alsın, birileri hemen paçasından tutup aşağıya doğru çekmeye başlar.

Abarttığımı ve kantarın topuzunu fazla kaçırdığımı zannediyor olabilirsiniz. İlle de apaçık bir örnek mi vermek gerekiyor? 2017 yılında "Aşk, ihtiras ve küfür yoksa salon da yok!" başlıklı bir yazı yazmıştım. Sözkonusu yazımda İsmail Güneş'in senaryosunu yazdığı, yönetmenliğini yaptığı ve aynı zamanda yapımcılığını da üstlendiği "Kervan 1915" filmine sinema salonlarının uyguladığı ambargoyu sert bir dille eleştirerek, "İsmail Güneş Ağabey, eğer ki Türkiye'nin aleyhine bir film çekseydi bütün sinema salonlarının sahipleri önünde diz çökerdi. Hatta Nobel ödülü bile alırdı" diye yazmıştım. Aradan 3 yıl geçmesine rağmen hiçbir şey değişmemiş. Müjde mi desem, kepazelik mi desem, ne diyeceğimi bilemiyorum. Geçtiğimiz günlerde İsmail Güneş'in "Gitmek" isimli film projesi Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından engellenmiş. İsmail Güneş sosyal medyada "Tarihi başarıya imza attılar. Ne kadar övünseler az" diye bir paylaşım yapmış. Vay be, az gitmişiz, uz gitmişiz, dere tepe düz gitmişiz, denizleri geçmişiz, derelerde boğulmuşuz.

Mesela siz "Çalgı Çengi" filminin 2010 yılında 30.000 TL bütçe ile 2 ay içerisinde çekildiğini ve sinema salonlarında 60.000 kişi tarafından izlendiğini biliyor muydunuz? Ancak aynı çekirdek kadro sonraki yıllarda İşler Güçler ve Kardeş Payı dizilerini çekti. Sinemada ise Düğün Dernek, Düğün Dernek 2, Çalgı Çengi İkimiz, Ailecek Şaşkınız ve Baba Parası filmlerini çektiler. Bu söylediğim filmleri beğenirsiniz veya beğenmezsiniz, o sizin tercihinizdir. Ben burada emeğin, azmin, mücadelenin, birlik ve beraberliğin önemini anlatmaya çalıştım. Hiçbir başarı tesadüf değildir.

Belki hatırlarsınız, 2011 yılında gösterime giren "Kurtlar Vadisi Filistin" filminin daha vizyona girmeden İsrail hükümetini kızdırdığına medyada çıkan haberlerden şahit olmuştum. Hatta İsrail basını "Türk ajan, Mavi Marmara'nın intikamını alıyor" dediği Polat Alemdar'ı manşete taşımıştı. Şimdi bu cesaret kalmadı. Başarılarımızı ve ideallerimizi sanatsal açıdan anlatmaya gerek bile duymuyoruz. TRT son yıllarda bu anlamda ciddi bir atılım yaptı. Bunun tek başına yeterli olmadığını ifade etmek istiyorum. Bizim sadece resmi bir televizyon kanalında değil, her kanalda, her platformda, her mecrada etkin ve güçlü olmamız gerekiyor.

Suya sabuna dokunmayan, keyfinden taviz vermeyen, çilenin, vefanın, davanın ne olduğunu unutan bir zihniyet türedi. Biz bu asalak ve pısırık zihniyeti iyi biliriz. Mesela 93 Harbi sırasında Rus işgaline karşı Erzurum'daki halk direnişinin simgesi hâline gelmiş Nene Hatun'un hayatını anlatan bir belgesel çekmek isteseniz size "aman, Ruslarla kötü olmayalım" derler. Osmanlı Devleti'nin İngilizlere karşı en önemli zaferlerinden olan ve yıllarca kasıtlı olarak unutturulmaya çalışılan Kût'ül Amâre Zaferi için sinema filmi çekmek isteseniz "aman, İngilizlerle kötü olmayalım" derler. Biraz daha ısrar ederseniz "yahu siz bizi neden böyle zor durumlara düşürüyorsunuz?" derler. İşte bu pısırıklık, vurdumduymazlık, yerli eziklik, yersiz korku bize çok zaman kaybettiriyor. Umudunu her daim diri tutan ve hiç yılmadan hayallerinin peşinden koşan insanları kimler canından bezdiriyor zannediyorsunuz?

Bu denli kokuşmuşluk ve pısırıklık ayyuka çıkmışken burada sadece sanata ve edebiyata dair bir şeyler söylemek eksik kalıyor. "Medyamız en modern altyapıya sahip ama bizim sesimizi ve nefesimizi yansıtmıyor. İlimde, sanatta, kültürde hep benzer sıkıntılarla karşı karşıyayız. En haklı olduğumuz konularda bile dünyaya kendimizi anlatamıyoruz" demenin de bir anlamı kalmıyor. Eğer siyasi ve ticari kurumlar sanata ve sanatçıya destek olması gerekirken köstek oluyorsa bunun hesabını da sormalıyız.

Aklıma meşhur "kurban" hikâyesi geldi. Adamın biri etrafındakilere "kurban" meselesini şöyle anlatıyormuş: "Hazreti Musa, Allah'a 'Ya Rabbi, bana bir kız evlat bahşedersen onu sana kurban edeyim' diye dua etmiş. Bir zaman sonra Hazreti Musa'nın bir kızı olmuş, adını da Ayşe koymuş. Çocuğun kurban edileceği zaman gelince Hazreti Musa bıçağı yavrucağın boynuna dayamış. Tam kesecekken Azrail gökten elinde bir keçiyle gelmiş". Hikâyenin tam bu noktasında dinleyenlerden biri dayanamamış, "Ben bunun neresini düzelteyim? Hazreti Musa değil Hazreti İbrahim, kız değil erkek, Ayşe değil İsmail, Azrail değil Cebrail, keçi değil koç" demiş.

Muhafazakâr insanlar olarak sanatta ve edebiyatta destanlar yazmak için olağanüstü çaba göstermiyoruz. Aramızda birlik ve beraberlik yok. Sanatta tekelleşmeye karşı böyle mücadele edilmez. Yıllardır ahlaksızlığı özendiren filmlerin toplumda oluşturduğu tahribatı güzel ahlakı özendiren, medeniyetimizi, destanlarımızı ve tarihi şahsiyetlerimizi doğru düzgün anlatan filmler çekerek onarabiliriz. "Kültürel iktidar" diyerek bu konuları "leyleğin ömrü laklakla geçer" misali durmadan kendi aramızda tartışıyoruz ama sonuç değişmiyor. Federasyon diye başladık, kurban hikâyesine geldik. Söyler misiniz, bu kadar kopukluğun neresini düzeltelim? Ya "sanatta tekelleşme" devam edecek, ya da "sanatta millileşme" başlayacak.


Bu köşe yazısı defa okunmuştur.