YAŞADIĞIMIZ GİBİ İNANDIRILMAYA ZORLANIYORUZ!



Mektup Edebiyat Dergisi / 01.04.2021

Dünya bir oyun sahnesidir ve bu oyunun yazarı ve yönetmeni Allah'tır. Hepimizin bu sahnede bir rolü var. Allah'ın bize bahşettiği ömrümüz kadar sahnedeki rolümüzü oynuyoruz. Birileri rol çalsa da aslında hakikat değişmiyor. Çünkü Allah tarafından insanoğluna bir can emanet edilmiş. Allah insanoğluna akıl ihsan eylemiş.

Bugünlerde yaşadığımız, maruz kaldığımız veya çaresiz olduğumuz her olayı sebep-sonuç ilişkisi içinde tartışıyoruz ama ne yazık ki derinlemesine araştırmıyoruz. Bir şeyin özüne varmayı, iç yüzünü anlamayı yani künhüne vakıf olmayı bir türlü beceremiyoruz. Son zamanlarda zihnimde tek bir kelime yankılanıyor; "şuursuzluk". Siz hiç şuurlu bir insanın "Dünyaya bir daha mı geleceğiz be kardeşim?" dediğini duydunuz mu?

Yedik, içtik, eğlendik, alışveriş yaptık, bir sürü fotoğraf çekindik, sırf keyfimiz bozulmasın diye borçlanarak yaşadık ve nihayet yolun sonuna geldik. Telefonlarımızın ön kamerasına çok poz verdik ama kendimize hiç söz vermedik. Emeğin kıymetini bilmedik, hakiki bir idealin peşinden koşmadık. Belki de ideal sandığımız şeylerin aslında birer ucube olduğunu ve onlar için harcanan çabanın beyhude çabalar olduğunu geç anladık.

İnsanı insan yapan ve hayvandan ayıran en büyük özelliklerden biri de şuur sahibi olmasıdır. Bir insanın şuur sahibi olması için bir aile terbiyesine, kaliteli bir eğitime ve bir fikir mücadelesine ihtiyaç var. İnsanlara doğruyu ve yanlışı, iyiyi ve kötüyü, dini ve ahlaki değerlerimizi öğretmenin bir diğer yolu da sanattan geçiyor. Bu yüzdendir ki, sanatın, medyanın, edebiyatın mahiyeti büyüktür. Siz kültürünüzü aile ortamında yaşatmayı, eğitim kurumlarında öğretmeyi ve bunların hepsini öyküleştirmeyi ve sahnede canlandırmayı bileceksiniz.

Son yıllarda insanların ve şehirlerin dış görünüşüne fazla önem verildi, içerik düşünülmedi. Niceliğe yöneldik, niteliği unuttuk. Saymaya kalksak bir sürü konut, alışveriş merkezi, iş merkezi, kültür merkezi, spor merkezi, adalet sarayı, okul, hastane, havalimanı ve yol inşa edildiğini söyleriz. Bir sürü okul açıldı ama bir sürü ilim adamı ve meslek erbabı yetiştirilmedi. Bir sürü kültür-sanat merkezi açıldı ama bir sürü sanatçı yetiştirilmedi.

İyi problem çözebilenler "doktor" oldu ama "kalbinde insan sevgisi var mı?" diye bakılmadı. İyi ezber yapabilenler "avukat" oldu ama "yüreğinde adalet duygusu var mı?" diye bakılmadı. İyi matematik bilenler "mühendis" oldu ama "içinde kul hakkı korkusu var mı?" diye bakılmadı. İnsanlara sevgiyi, saygıyı, hoşgörüyü, emeği, adaleti, yardımlaşmayı, paylaşmayı, hayvan sevgisini, doğa sevgisini ve vatan sevgisini aşılamak için büyük bir çaba gösterilmedi. Salgın hastalıktan dolayı vurulan aşıların içinde bunlar yer almıyor.

"Saldım çayıra, Mevlam kayıra" diyerek kendi haline bırakılan insanlar şuur sahibi olamadı. İnsanlar da "battı balık, yan gider" misali şuuru değil, cehaleti seçti. Her şeyi bol bol tükettik ama bol bol üretmedik. Tüketime alıştırılmış bir toplum zaten şuurunu yitirmiş demektir. Şuurunu yitiren insanlara da her şey kolaylıkla kabul ettirilir. Devlet daireleri bile mükemmel inşa edilmiş ve her şey en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş ama halen hantal bir bürokratik yapı var. Herkes maaşını tıkır tıkır alıyor ama hiç kimse sorumluluk almıyor.

Eğitimde, medyada, sanatta ve edebiyatta hangi düzeyde olduğumuzu görüyorsunuz. Yayınevleri bir sürü kitap yayınlıyor ama yayınlanan kitapların kalitesi tartışılır. Televizyonların içinde bulunduğu kısırdöngü gerçekten içler acısıdır. Gün boyunca vasat içerikli yapımlar yayınlanıyor. Gazetelerin bile özel haber yapmaktan aciz olduğuna bizzat şahidim. Okulların, televizyonların, gazetelerin ve yayınevlerinin sayıları arttıkça kalitenin de mi artacağını zannettiniz? Mesela televizyonlarda çarpık ilişkilerin olmadığı, holding patronlarının çapkınlık peşinde koşmadığı, çocukların özgürleşmek adına kötü yollara düşmediği diziler de var ama sayıları bir elin parmaklarını geçmiyor. Biraz önce tarif ettiğim dizilerin sayıları ise iki elin parmaklarını geçiyor.

Küçük bir örnek vereyim. Siz çocuğunuzu "ilim-irfan öğrensin, bilgi sahibi olsun" diye okula gönderiyorsunuz ama çocuğunuzun okulda öğrendiklerinin gerçek hayatla bir alakası yok. Akşam oluyor ve hep birlikte evinizde ailece televizyon izliyorsunuz diyelim. Dizideki bir kız çocuğu "ben çocuk değilim, artık reşit oldum, sen bana karışamazsın Anne" diye parmağını sallayarak annesine bağırıyor. Siz senaryo icabı diyerek öylesine izleyip geçiyorsunuz ama bunun sinsi bir algı faaliyeti olduğunu anlayamıyorsunuz. Dizilerde özellikle 2000 yılından sonra doğan Z kuşağı çocukları hedef alındığı için "reşit ol, özgür ol" gibi düşünceler sinsice empoze ediliyor.

Birbirine neredeyse tıpa tıp benzeyen diziler çekmek ve yetmezmiş gibi o dizileri yurtdışına ihraç etmekle övünmek nasıl bir şuursuzluktur? Bir konuyu 40 kanalda 40 kere tartışmak nasıl bir şuursuzluktur? Bir eseri sadece yurtiçinde satıp yurtdışındaki kitapseverlere farklı dillerde ulaştırmamak nasıl bir şuursuzluktur?


Bu köşe yazısı defa okunmuştur.