UYUŞTURULDUK!



Mektup Edebiyat Dergisi / 01.03.2021

Hayata, tabiata, dünyaya ve bütün insanlara estetik bir bakış açısıyla bakabilenler eseri gördükleri kadar ustayı da görürler, sanatsal detayları farkettikleri kadar sanatkârı da farkederler. Asırlardır süregelen kadim medeniyetimizi korumak ve gelecek nesillere aktarmak için sanatın her alanında aktif olmalıyız. Ben bu anlamda sanatın ve edebiyatın her toplum için büyük önem arz ettiğini düşünüyorum. Mesela edebi eserler fikirlerimizi ve hayal dünyamızı zenginleştirerek hayata bakış açımızı değiştirir. Eğer kıymetli eserler televizyonda, sinemada ve tiyatroda sahnelenirse eserde verilmek istenen mesaj insanların zihninde daha çok perçinleşir. Art niyetli yapımlar medyada sergilenirse topluma verebileceği zararı da bu açıdan düşünebilirsiniz.

Biz son yıllarda nedense yayınlanan kitap adetleriyle çok övünüyoruz. Türkiye'de çok kitap okunduğu iddia edilerek, mesela 2011 yılında 289 milyon adet, 2019 yılında ise 424 milyon adet kitap yayınlandığı belirtiliyor. Bu rakamlar bence "rekor" diyerek övünülecek rakamlar değil. Yayınlanan kitap sayısıyla övünenler kütüphanesiz evler veya müzesiz şehirler gördükleri zaman hiç mi yürekleri sızlamıyor? Madem bu kadar kitap yayınlanmış, neden bu eserler televizyon dizisi, belgesel veya sinema filmi olarak çekilmiyor, neden internette kısa film olarak yayınlanmıyor, neden tiyatroda sahnelenmiyor? Edebiyat ile sanatın neden bütünleştirilemediğini umarım anlatabilmişimdir.

Usta Yazar Peyami Safa, 1935 yılında Tan Gazetesi'nde yazdığı "Kaldırımda kitap" başlıklı köşe yazısında "Türkiye'de kitap kadar hakarete uğrayan hiçbir mal yoktur" demiş. Bence ilgili kurumlar yayınlanacak bir kitabı baskıdan önce denetlemelidir ve ona göre gerekli izinler verilmelidir. Çünkü baskıdan sonra "baskı" yapmanın bir anlamı yok. Daha önce yayınevlerinin fuarcılık adı altında satış ve pazarlama yapmasını da eleştirmiştim. Günümüzde kitapların sosyal medyada bile bir meta gibi paylaşıldığını görüyoruz. Çok satılan kitaplar sosyal medyada yanında bir fincan kahve ve çerçeveli bir gözlük ile birlikte bir deniz manzarası eşliğinde paylaşılınca gerçekten mükemmel(!) oluyor. Çünkü o paylaşımı görenler sizin edebiyata olan tutkunuzu, kahve bağımlılığınızı ve kültürlü(!) bir insan olduğunuzu anlıyor.

Yurtdışında daha önce yayınlanmış filmlerin ve programların Türkiye'deki televizyon kanallarına uyarlanarak yayınlanmasından bıkmadık mı? Taklitçilikte "rekor" kırdık ve resmen zihnimiz uyuşturuldu. Siz özgün edebiyat eserlerinizi televizyona, sinemaya ve tiyatroya uyarlamayı bileceksiniz. Bunu başarabilirseniz edebiyat eserlerimiz ölümsüzleşir. Yoksa bütün yayınevleri ve medya organları taklitçilikten öteye gidemez. Sanata ve sanatçıya hak ettiği değeri vermeliyiz ve sanatçıların eserlerini de müzelerde muhafaza etmeliyiz. Biz bunları söylüyoruz ama ülkemizdeki yayınevleri edebi eserlere "ticari meta" olarak bakıyor, medya kuruluşları da sadece "reyting" odaklı bakıyor. Ülkemizde bu yüzden müze kültürü ve kütüphane bilinci gelişmiyor.

Naçizane sanat ve edebiyat bağlamında kitapların, dergilerin, gazetelerin, televizyonların, sanat eserlerinin ve müzelerin kıymeti bilinmediği için günden güne değerini yitirdiğini anlatmaya çalıştım. Yazar ve mütefekkir Cemil Meriç'in "Hür tefekkürün kaleleri" diye nitelendirdiği dergiler bile bugün eski günlerini mumla arıyorlar. Gazeteler ve televizyonlar da aynı sorunları yaşıyorlar. Darbe dönemlerinde evinde kitap bulunduğu için tutuklanan insanların yaşadığı buhranları da unuttuk. Peyami Safa ve İbrahim Müteferrika hayatta olsaydı bu yaşadığımız dönemi acaba nasıl değerlendirirdi? Popüler kültür uğruna sanatta, edebiyatta ve medyada körelleştiğimizi anlamamız gerekiyor. Eğer anlayamazsak bu maskeli balo asla bitmez.

Geçen sene yazdığım "Allah'ın bir emaneti de sanattır!" başlıklı yazımda "Kudüs Fatihi Selahaddin Eyyubi'yi anlatan bir sinema filminin çekilmesini çok isterim. İnşallah başrolde 'Mesele sadece Gezi Parkı değil arkadaş. Sen hala anlamadın mı?' diyen adamı oynatmazlar. Bazen fikirlerimin yanlış anlaşılmasından çekiniyorum" demiştim. Bir gün duyduk ki, Mehmet Akif Ersoy'u anlatan bir sinema filmi çekilecekmiş ve İstiklal Marşı'nın kabulünün 100. yıldönümünde gösterime girecekmiş. Duyunca sevindim, gururlandım ama Mehmet Akif Ersoy'u filmde kimin canlandıracağını görünce içimden "tipe bak, çay demle" dedim. Bir de filmin başrol oyuncusu "Mehmet Akif özellikle şair olduğu ve camilerde Arapça vaazlar verdiği için Arapça çalışıyorum" deyince "bu kadar da cahil olunmaz" şeklinde tepkilere maruz kaldı. Demek ki Mehmet Akif Ersoy'u canlandıracak aklı başında düzgün bir oyuncu bulamamışız, yazık!

İstiklal Marşı, Allah'ın izniyle asırlar boyunca unutulmayacaktır. Bu kadar bilinçsizce çekilen sinema filmini ise Mehmet Akif Ersoy'un hatıratına yapılan bir saygısızlık olarak görüyorum. Bu vesile ile 2017 yılının Mart ayından beri yayın hayatını sürdüren Mektup Edebiyat Dergisi'ne 4. yılında başarılar diliyorum. Nice yıllara...


Bu köşe yazısı defa okunmuştur.