SİZ ŞEYTANA MI KEFİLSİNİZ?



Mektup Edebiyat Dergisi / 01.04.2020

Hakem son düdüğü çalar, maç biter, futbolcular soyunma odasına gider. Galip gelen takımın teknik direktörü kameraların karşısına geçerek açıklama yapar ve son sözleri genellikle şöyle olur, "rehavete kapılmayacağız, önümüzdeki maçlara bakacağız". Teknik direktörler rehavet kelimesini çok sık telaffuz eder. Futbol yoğun emek verilerek, ter dökülerek ve disiplinli bir şekilde oynanan bir takım oyunu olduğu için futbolcuların rehavete kapılması büyük tehlikedir. Öğrenciyken üniversite takımında kalecilik yapan Fransız yazar Albert Camus bile "Ahlâka dair ne biliyorsam bunu futbola borçluyum. Çünkü top hiçbir zaman beklediğim köşeden gelmedi" demiş. Futbolda bir gerçek vardır. Hakem oyunu avantaja bıraksa bile boş bıraktığınız yerden golü yersiniz. Kendinizi boş kaleye gol atmaya alıştırmışsanız o ayrı bir mesele...

Rehaveti futbolun dışında da görebilmek mümkündür. Ekip ruhunu ve millet olma şuurunu mahveden en büyük tehlike rehavettir. Mesela merhum şair Cahit Zarifoğlu "Pazartesi sendromu sosyete şımarıklığıdır. Ekmeğinin peşinde olanlar için Pazartesi besmeledir" demiş. Rehavete kapılmak bizim toplumumuzda "çalışkan" insanların karakteristik özelliklerinden biri olamaz. Emeğin kıymetini bilen "çalışkan" insanlar hem çok çalışırlar, hem de kadere gönüllerinin tüm rızasıyla inanırlar.

Günümüzde ise "çalışıyormuş" gibi görünerek ağdalı kelimelerle sloganik cümleler kuran zafer sarhoşlarına ne demek gerekiyor acaba? "Dostlar alışverişte görsün" misali çalışıyormuş gibi görünmek de ayrı bir riyakârlıktır. Bu açıdan düşününce "Falanca varken hep kazanırız, sırtımız da yere gelmez" diyen gafiller size de tuhaf gelmiyor mu? Eğitimde, bilimde, sanatta, edebiyatta, medyada, siyasette, ticarette ve daha birçok alanda rehavete kapılmış gafil insanları görmemek mümkün değil.

Amacım merak uyandırmak değil, bir hakikati dile getirmektir. Gün gelecek, hepimiz yaptıklarımızdan, yapmamız gerekirken yapmadıklarımızdan, söylediklerimizden, söylememiz gerekirken söylemediklerimizden hesaba çekileceğiz. Ölümü unutan insanlara hakikati anlatmak çok zordur, biliyorum. Gerçeklerin bu kadar açık bir şekilde ortaya saçıldığı bir dönemde birileri hâlâ gerçeği görmüyorsa, daha doğrusu görmemezlikten geliyorsa, gerçeği görmek istemeyenden daha kör kim olabilir?

Dünya hayatı gelip geçicidir. "Üç günlük dünya" sözü bile geyik muhabbeti gibi bir söz oldu. İmkânlar arttıkça şükür azaldı, insanlar azdıkça azdı. Dünyevi heveslerinin kölesi olanlar isyana, kibre ve nankörlüğe duçar oldu. Kendinden başka kimseyi düşünmeyen, özgürlük adı altında her arzu ve isteğini yerine getirmeye çalışan, kural tanımayan, nimetlere nankörlük eden binlerce insan var. İnsan, her istediğine sahip olunca şevkini ve azmini kaybedermiş, rehavet ve gevşeklik başlarmış.

İbn-i Haldun, toplumların yıkılışını fetih, ganimet, konformizm, rehavet ve çöküş olarak ifade etmiş. Çevrenizdeki insanların modern diye tabir ettikleri yaşam tarzları, lüks, israf ve gösterişleri size de ibretlik bir manzara gibi görünmüyor mu? Bu sosyal değişim, inandığı gibi yaşayan değil, yaşadığı gibi inanan bir toplum olmamıza vesile oldu. Helal ve haram duyarlılığı kalmadı. Tatil ve tüketim alışkanlıklarımız değişti, marka düşkünü olduk. Bunların hepsi üst üste geldi. Şimdi şiraze hepten kaydı, ar perdeleri boydan boya yırtıldı. Muhafazakâr insanlar da bir anda azmadı. Nereden geldiğimizi unuttuğumuz gibi nereye gideceğimizi de unuttuk. Hedef birliği yok, fikir birliği yok. Her kafadan bir ses çıkıyor. Herkes kraldan çok kralcı olmuş.

"Artık eğlencenin doruklarında, rehavetin zirvesindeyiz. Bizi kimse durduramaz, artık güç bizde. Her şeyi dibine kadar kullanacağız, dibine kadar tüketeceğiz, dibine kadar sömüreceğiz. Yıllardır yokluk gördük, şimdi varlık bize geçti". Biraz önce yazdığım cümleler rehavete kapılan insanların bilinçaltındaki sözlerden bir tanesidir. Kesinlikle tasvip etmiyorum. Bilerek tırnak içinde yazdım. "Ama yıllarca onlar yaptı, şimdi de biz yapıyoruz, ne var ki bunda?" demek ise şeytani bir mantıktır ve terbiyesizliğin dik alasıdır. Eline fırsat geçen herkes "cukka" hesabı yapıyor. Her yerde iğrenç ve mide bulandıran çarklar kurulmuş. Bilhassa dindar olduğunu söyleyen insanların bu iğrenç çarklara ortak olmasının nelere vesile olduğunu anlamak zor değil.

Bu saatten sonra bir şeyler düzelir mi, düzelmez mi, Allah bilir. Herkes başkalarını suçlamadan önce kendine bakmalıdır. Helal-haram gözetmeden her haltı yiyenler, ehliyetsiz, kibirli, ikiyüzlü, işgüzar kişileri mevki-makam sahibi yapanlar ve hak etmedikleri makamlarda koltuk işgal edenler biraz düşünsün. Biz nimeti bulduk ama konforda kaybolduk. Konfor için varımızı yoğumuzu tükettik. Milleti kıskanıp kredi çekerek son model araba alan, borcunu ödeyemeyince de arabası elinden alınan bir adam görmediniz mi hiç? Tatile bile bankadan kredi çekip gidenler var. "Yolun yolumuzdur..." diyen adamların bile yapmadıkları kepazelik kalmadı. Bir de hacca gidince bütün günahlarının silindiğini zannediyorlar. Bu nasıl bir gaflettir Ya Rabbi?

Önceden "bir evimiz olsun, bizim olsun" diyorduk. Şimdi "Güney cephe mi, asansörlü mü, havuzlu mu, otoparklı mı, güvenlikli mi, alışveriş merkezine yakın mı, metroya uzak mı?" diyoruz.
Önceden "bir arabamız olsun, ayağımızı yerden kessin" diyorduk. Şimdi "otomatik vites mi, park sensörü var mı, uzaktan kumandalı mı, navigasyonu var mı, üstü açılıp kapanıyor mu, önden çekişli mi, kaç basıyor?" diyoruz.
Önceden "bir telefonumuz olsun, eşimizle dostumuzla konuşsak yeter" diyorduk. Şimdi "kamerası nasıl, kaç megapiksel, işlemcisi iyi mi, şarjı çok gidiyor mu, hafızası yüksek mi, akıllı mı, dokunmatik mi, görüntülü görüşülebilir mi, bütün uygulamalar yüklenebilir mi?" diyoruz.
Önceden "iki kıyafetimiz olsun, birini giyeriz, diğerini yıkarız" diyorduk. Şimdi "markalı olsun, pullu olsun, albenisi olsun, yırtmacı olsun, kenarları süslemeli olsun, kombin olsun, fanzin olsun, tunik tarzı olsun, modaya uygun olsun" diyoruz. Kıyafete göre makyaj filan da yapılıyor.
Önceden "bir yuvamız olsun, huzurlu, mutlu ve bereketli olsun" diyorduk. Şimdi? "Her şey mutluluğumuz için... Sonuçta bir kere evleniyoruz" diyoruz. Sonrası mı? Sürpriz evlenme teklifi, tektaş yüzük, takım elbise, çiçek, çikolata, söz, nişan, düğün albümü çekimleri, düğün salonu, kuaför, bohçalar, elbiseler, davetiyeler, nikâh şekerleri, gelinlik, ev, mobilya, halı, perde, beyaz eşyalar, kına gecesi, düğün, balayı derken evlenmek isteyen orta gelirli gençler yaklaşık 100 bin TL masraf yapıyorlar. Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammed, "Nikâhların en hayırlısı külfetsiz ve kolay olanıdır" buyurmuştur.

Gördüğünüz üzere geldiğimiz nokta budur. Bunları o rehavete kapılan insanlara anlatsanız bile anlamazlar. Muhafazakâr insanlar yola böyle çıkmadı ama bugün çoğu yoldan çıktı. Hiçbir şey güllük gülistanlık değil. Korkunç bir rehavet var, muazzam bir şımarıklık var. Öyle bir şımarıklık var ki, almış başını gidiyor. Bir keresinde "artık mideye değil, kafaya bakacağız" diye bir söz söylenmişti. Galiba o da lafta kaldı.

Ziya Paşa boşu boşuna "Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir; tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir" dememiş. Aslında çok dayaklık adam var ama dayak çözüm olur mu, onu bilemiyorum. Ben de ikide bir "bin nasihat" mesabesinde yazılar yazmak istemem. Zaten bu yazdıklarımı kıymetli büyüğümüz Abdurrahman Dilipak Bey her gün yazıyor. Merak ediyorum, Abdurrahman Dilipak Bey'in köşe yazılarını kaç tane Müslüman okuyor? Kurda kuzuyu emanet ediyoruz. Sonra kurt kuzuya zarar verince kuzunun haline üzülüyoruz. Hayat bizden konforlu gözyaşları dökmemizi istemiyor, kahramanlık istiyor, dürüstlük istiyor, hareket istiyor. Atalarımız ne güzel söylemiş, "bir musibet bin nasihatten iyidir".

Son yıllarda ülke olarak ve millet olarak ciddi sıkıntılara maruz kalıyoruz. Çünkü kimse sorumluluk almıyor. Görevini yapmayan insanlar maaşlarını tıkır tıkır alıyorlar. En ufak bir sorun çıktığı zaman da bir "günah keçisi" buluyorlar ve bütün suçu o "günah keçisi" seçilen kişiye yüklüyorlar. Bununla ilgili aklıma bir atasözü geldi ama burası yeri değil. Ben şimdi Doğu'dan ve Batı'dan birer örnek vereyim, inşallah anlayan anlar.

İlk örnek Avrupa'dan... Avrupa ülkelerinde rehavet belirtisi görmeniz çok zordur. Çünkü Avrupa'da çok farklı bir liyakat sistemi vardır. Avrupa'da bir bürokratı 30 yaşına gelmeden siciliyle yakın takibe alırlar. Yakın mesai arkadaşları, çalışması, iş disiplini ve irtibatları amirleri tarafından kaydedilir. Bunun yanında gazeteciler de bürokratın sosyal hayatını, eski arkadaşlarını ve aile hayatını "radar" gibi takip ederler. Eğer ki, söz konusu bürokrat kötü ruhlu ise, ajanlık yapıyorsa veya karakteristik bozukluğu varsa 35 yaşına gelmeden "toplum" tarafından teşhis edilir ve sistemden uzaklaştırılır.

İkinci örnek ise Güney Kore'den... Adı Jennang, tembel mi tembel, üşengeç mi üşengeç... Ne zaman kendisine ihtiyaç duyulsa anında işgüzarlık yapıyormuş. Jennang, Güney Kore'deki bir çiftlikte yetiştirilmiş olan bir at... Üzerine biri binince veya binmeye çalışınca ölü taklidi yapıyormuş. Hatta inandırıcı olsun diye dilini dışarı çıkartıyormuş. Lütfen kimse üstüne alınmasın. Ben Güney Kore'de yaşayan bir attan bahsettim sadece...

Çin'den bütün dünyaya yayılan bir virüs çıktı. Salgın hastalıktan dolayı ölenler ve karantinaya alınanlar var. Dünya teyakkuz halinde, adeta hayat durdu, olağanüstü önlemler alındı. Biz de tedbirimizi alıp tevekkül etmeliyiz. Ülkemizde ise ilk önce kültürel ve sanatsal etkinlikler iptal edildi. Bu yüzden ben de yazımda kültürden ve sanattan hiç bahsetmedim. Şimdi bu "virüs" işgüzar insanların arayıp da bulamayacağı bir bahane olmaz inşallah. Bence asıl virüs rehavettir. Her şeye "elveda" diyebilirsiniz. Ama önemli olan milletçe üzerimize serpilmiş olan ölü toprağını elimizin tersiyle itip "elveda rehavet" diyebilmektir. Rehavete kapılan, geçmişini hatırlamayan, dünyevi nimetlerin cazibesine aldanıp ahireti unutan insanlara ne söylesek az gelir ama ben son kez şunu söylemek istiyorum; "Maddiyatta gafilsiniz, maneviyatta sefilsiniz, siz şeytana mı kefilsiniz?"


Bu köşe yazısı defa okunmuştur.