ÖZGÜN OLAMAZSAK ÖZGÜR OLAMAYIZ!



Mektup Edebiyat Dergisi / 04.12.2017

Özgürlük, bireyin başkalarına zarar vermeden dilediğini yapabilmesidir. Özgünlük, bireyin ilham kaynağından yola çıkarak ve taklitten uzak durarak meydana getirdiği soyut ve somut olgulardır. İmza bile bir özgünlük örneğidir. Yetenek sahibi insanların özgür ve özgün olması gerektiğini düşünüyorum. Eğer bunu başaramazsak kültür ve sanat alanında öncü olamayız.

Türk milletinin sosyal, kültürel ve bilimsel alandaki başarıları aslında çok eski yıllara dayanıyor. Bizim Türk milleti olarak çadırdan saraya uzanan bir medeniyet serüvenimiz var. Her alanda başarılı olmuş ilim adamlarımız, liderlerimiz, sanatkârlarımız da mevcuttur.

Aklı, ilmin ve inancın merkezine koyan, inançla aklı uzlaştırmaya çalışan Farabî'yi nasıl unutabiliriz?

İslam dünyasının "eş-şeyhü'r-reîs" diye andığı, yani "baş üstat" dediği; felsefe, tıp, edebiyat, aritmetik, geometri, mantık ve fizikle uğraşan ve aynı zamanda hekimlik yapan İbn-i Sina'yı nasıl unutabiliriz?

Ömrü boyunca hakikati arayan, bu uğurda her şeyi sorgulayan, neredeyse aklını yitirecek noktaya gelip bunalıma giren ve dış dünyayla irtibatını kesen İmam-ı Gazzâlî'yi nasıl unutabiliriz?

Sosyolojinin temel prensiplerini Batılı bilim adamlarından yüzlerce yıl önce ortaya koyan, tarih felsefesinin, sosyolojinin ve iktisadın babası olan İbn-i Haldun'u nasıl unutabiliriz?

Asıl ismi Muhammed Bin Süleyman olan, kendisini suyun, ağacın, hayvanın başka bir şekilde vücut bulmuş hali olarak gördüğü için ve bu yüzden de kendisini hiçlediği için "Fuzûlî" mahlasını kullanan Muhammed Bin Süleyman'ı nasıl unutabiliriz?

Mevlana'yı, Buhûrîzâde Mustafa Itrî'yi, Evliya Çelebi'yi, Yunus Emre'yi ve daha ismini bu satırlara sığdıramadığımız tarihi şahsiyetlerimizi nasıl unuttuk? Çünkü Batılılaşma hevesiyle küresel medeniyet simsarlarının bizlere zorla benimsettikleri değerleri kabul ettik ve bu yüzden kendi değerlerimizi unuttuk.

Kültür ve sanat alanını halen geri planda tutuyoruz. Sahne sanatları, görsel sanatlar ve el sanatları üzerine eskisi gibi özgün eserler üretemiyoruz. Ne yazık ki bir kısırdöngünün içindeyiz. Çünkü tarihimizi unuttuk, özümüzü unuttuk. Bu yüzden küresel medyanın temsilcisi olmaktan öteye gidemiyoruz.

Çalışkan öğrencilerin "inek" diye adlandırıldığı, emektâr insanların "enayi" yerine konduğu, hile yapmayan insanların "beceriksiz" diye anıldığı bir devirde yaşıyoruz. Hızlı ve neşeli bir yaşam uğruna her şeyi tüketen bir toplum olduk. An itibariyle dünyanın en mutlu insanı oluyoruz, an itibariyle intiharın eşiğine geliyoruz. İnsani değerlerimizi unuttuğumuz gibi kültürel değerlerimizi de unuttuk.

Peki kültür ve sanat alanında nasıl atılım yapabiliriz? Öncelikle özgün eserler üretmeliyiz. Bu özgün eserleri hem ülkemizde hem de yurtdışında tanıtmalıyız. Küresel güçler diye tabir ettiğimiz yabancı ülkeler Batman, Superman, Rocky gibi hayali kahramanlarını bile küresel medyanın bütün unsurlarını kullanarak dünyaya tanıtıyor.

Mesela biz Çanakkale Destanı'nı, Sarıkamış Destanı'nı, Nene Hatun Destanı'nı, 15 Temmuz Destanı'nı ve daha birçok destanımızı nasıl anlatabiliriz? Bu destanlarla ilgili çocuklar için hikâye kitapları, yetişkinler için romanlar neşredilebilir. Sinema filmleri ve televizyon dizileri çekilebilir. Tiyatro eserleri yazılıp sahnelenebilir. Çizgi filmler hazırlanabilir. Resmi internet siteleri kurulabilir. Resimler çizerek, şarkılar besteleyerek ve konferanslar düzenleyerek tarihimizin şanlı destanlarını sanatsal açıdan anlatabiliriz. Bütün bu çalışmaları da yabancı dillere uyarlayarak dünyanın her yerinde tanıtabiliriz.

Bu niyetle yola çıkan insanların karşılaştığı engelleri biliyorum. Reyting, tiraj, hit gibi kavramlar bahane edilerek özgün eserler meydana getiren insanların çalışmaları kabul aşamasında iken reddediliyor. "En çok okunan", "en çok izlenen", "en çok tıklanan" eserleri veya filmleri kimler belirliyor? Biz tanımadığımız araştırma şirketlerinin yaptıkları araştırmalar neticesinde belirlenen dizi veya filmleri izlemek mecburiyetinde değiliz. Esasen bu işin sonu reklam sektörüne dayanıyor, hani şu "reklam pastası" denilen mecra...

Mesela televizyonlarda yayınlanan dizilerin çoğu Kore, Japonya, Hindistan ve Amerika'da daha önce yayınlanmış filmlerden uyarlanıyor. Yani içinde aşk, nefret, ihtiras, küfür ve aile içi çatışma yoksa yayınlanmıyor. Yarışma programlarının da çoğu yabancı yapımlardan uyarlanıyor. Sinema salonlarının sahipleri beyazperdede sahnelenecek filmlerin popülerliğine dikkat ediyor. Sinema salonlarının yetkilileri ve televizyon kanallarının sahipleri yayınladıkları dizi ve sinema filmleri popüler değilse reklamverenlerden reklam alamıyorlarmış.

Reklam sektörü zaten ayrı bir konu. Reklamsız bir alan kalmadı desek yeridir. Emin olun, reklam sektörüne harcanan paranın ve sarf edilen emeğin onda biri sanat için harcansa dünyanın sanat merkezi oluruz. Televizyonları haber ve program kuşağından ibaret mi sanıyorsunuz? Bir televizyon kanalında haberler, programlar ve diziler yayınlanır, araya reklam alınır diye biliyoruz. Maalesef televizyonlar da tamamen reklam kuşağı haline geldi, reklamların arasına haber, program ve dizi alınıyor. Herhangi bir dizi veya program yayında iken çıkan bant reklam ve ürün yerleştirme reklamlarını anlatmama gerek yok. En güzel türkülerimiz bile reklam müziği yapılıyor. Hatta o türküyü söyleyen sanatçıları bile reklamda oynatıyorlar.

Ben şahsen medya üzerinden Türk milletine empoze edilen bu tip algı faaliyetlerinin ciddi bir erozyona sebep olduğunu düşünüyorum. Dini ve milli değerlerimizi anlatan özgün eserleri takip ediyorum. Özgün eserler üretebilen insanları daha çok takdir ediyorum. Afiş ve jeneriklerde milli ve manevi şuura haiz yazar, yönetmen, ressam, şair ve müzisyenlerin ismini gördüğüm zaman gurur duyuyorum. İşte o sanatçılar, ‘özgün olamazsak özgür olamayız’ diye düşünüyorlar. Çünkü kültür ve sanatta bile dışa bağımlıyız. Bu sebepten dolayı özgün yetenek sahibi insanların çalışmalarına her zaman saygı duyuyorum.

Gün geldi, devran döndü. Sanatın normlarını Batılı ülkeler belirledi. Kültür ve sanata dair birbirine çok benzeyen çözüm yolları bulduk. Taklitçilik... Alıntı... Uyarlama... Popülerlik... Şöhret... "Taklitlerinden sakınınız" diye bir ifade vardır. Ama biz nedense taklitçilikten hiç sakınmıyoruz. Sanatı bir şöhret kapısı olarak görenlerin ise haddi hesabı yok. Öyle bir hale geldik ki, intihal (alıntı) olimpiyatları düzenlense birinci oluruz.

Peki ülkemizde özgün eserler üreten ve eserleri dünya çapında bilinen sanatçılarımız yok mu? Elbette ki var... Ama sayıları çok az... "Türk Edebiyatı" diyoruz, eserleri dünya çapında neşredilen kaç tane yazarımız var? "Türk Tiyatrosu" diyoruz, yabancı ülkelerde sahnelenen kaç tane tiyatro eserimiz var? "Türk Sineması" diyoruz, aynı anda yabancı ülkelerde de gösterime giren kaç tane sinema filmimiz var? "Türk Müziği" diyoruz, yabancı dillerde bestelenen kaç tane şarkımız veya türkümüz var?

Bu karşılaştığımız durumlar asla bir uğursuzluk değil. Kesinlikle umutsuzluğa kapılmamalıyız. Biz şanlı bir medeniyetin mirasçılarıyız. Türk milleti olarak tarihimize gereken önemi vermeliyiz ve sanatsal anlamda yeni ve özgün eserler üretmeliyiz. Ancak bu şekilde küresel medyanın önyargılarını yıkarak kültür ve sanat alanında bağımsız olabiliriz.

Cumhuriyet öncesi dönemde Batılılaşma tartışmaları yaşanırken İstiklal Marşı şairimiz Mehmet Akif Ersoy; "Batının ilmini ve tekniğini alalım ama ahlâkını ve kültürünü almayalım" demiş. Bugün ne kadar da haklı olduğunu anlayabiliyoruz.

Konuyu çok dağıttığımı düşünüyor olabilirsiniz ama inanın ki konuyu ben dağıtmadım. Kültür ve sanatın içinde bulunduğu durum gerçekten çok dağınık.

Üstad Necip Fazıl Kısakürek, "Fikir Sancısı" şiirinde içinde bulunduğumuz bu kısırdöngüyü çok güzel ifade etmiş;
"Lafımın dostusunuz, çilemin yabancısı,
Yok mudur, sizin köyde, çeken fikir sancısı?"


Bu köşe yazısı defa okunmuştur.