NİMET AZGINLIĞI VE GAFLET!



Mektup Edebiyat Dergisi / 01.03.2020

Öyle bir dönemde yaşıyoruz ki, kimin ne olduğu belli değil. İnsanların birbirine güveni kalmadığı gibi değerlerimize olan bağlılığımız da günden güne azalıyor. Toplumsal hafıza, kollektif şuur, görev bilinci ve vazife aşkı gibi kavramların da bir önemi kalmadı. Bir önceki yazımda "Farkında mısınız?" diyerek bir başlangıç yaptım. Bundan sonraki yazılarım sosyolojik ve karakteristik ağırlıklı olacak. Bilim, sanat ve edebiyat perspektifinden uzaklaştığımı zannetmeyin. Örnek yaşamlar ve ibretlik olaylar her zaman sanat eserlerine ilham kaynağı olmuştur. Ben de bu yazımda örnek yaşam tarzı olan insanların makam ve nimet azgınlığından dolayı nasıl ibretlik olduklarını resmetmeye çalışacağım.

Her ülkenin ve her toplumun ahlaki anlamda çöktüğü dönemler olmuştur. Bizler de yaşadığımız zamana ve mekâna şahitlik etmesini bileceğiz. Hakk'ın ve halkın gören gözü, işiten kulağı, tutan eli ve haykıran sesi olacağız. Ne olursa olsun, hakikatten yana olmalıyız ve hakikatle yüzleşmeliyiz. Şahit olduğumuz bütün olaylara ibret nazarında bakabilmeliyiz.

Son yıllarda milletimiz algı operasyonları, yalan-dolan ve fitne-fesat ile paramparça ediliyor. İnsanlar hakikat ile yüzleşmeye gerek bile duymuyor. Çünkü insanların hakikate ulaşmasını engelleyen en büyük olgu cehalettir. Cehaletin azaltılması için eğitime ne kadar önem veriliyorsa sanata da aynı düzeyde önem verilmelidir.

Bu dönemde şahit olduğumuz bütün ahlaksızlıkların bedelini hepimiz ödeyeceğiz, bunun hesabı hepimizden sorulacak. Az veya çok... "Benim öyle şeylerle işim olmaz, ben onlardan değilim ki!" demek çözüm değil. Herkesin vicdan muhasebesi yapması ve bireysel anlamda kendini sorgulaması gerekiyor. Son zamanlarda yeraltındaki fay hatlarının titremesinden dolayı meydana gelen depremleri tartışıyoruz. Arş-ı âlâ titriyor, farkında değil misiniz? Felaketlerin bir sebebi de bizim kendi ellerimizle yaptığımız kötülüklerdir. Biz haksızlığa ve edepsizliğe karşı dimdik durursak Allah'ın nezdinde kurtuluşa erenlerden oluruz inşallah.

Aklıma "Neşeli Günler" filminde Şener Şen'in canlandırdığı karakter olan "Ziya" geliyor. Ziya, filmin bir sahnesinde rol icabı ağabeyi Münir Özkul'dan borç para istiyor. Fakat olumsuz cevap alınca "bak darılırım ha!" diye küçük bir blöf yapıyor. Hemen kapıya doğru yönelerek "bak giderim ha!" diyor. Tam kapıya doğru yürürken bir anda geriye dönüp "bak bir daha gelmem ha!" diyor. Kapıdan dışarı çıkıyor ve tekrar geri dönüp "bak sonra pişman olma ha!" diyor. Ziya'nın her sözüne olumsuz yanıt veren Münir Özkul da en sonunda dayanamayıp "defol ulan!" diye bağırıyor. Bizde "defol ulan!" diyecek irade de kalmamış. Son zamanlarda "Ziya" kılıklı adamlara fazla değer verildi. Şimdi ortalık "Ziya" kılıklı adamlardan geçilmiyor. Böyle nimet azgını "Ziya" kılıklı adamlara haddinden fazla değer verirsek olacağı budur.

İşgüzar, ikiyüzlü ve ahlaksız insanlar göğüslerini gere gere sokaklarda ve meydanlarda yürüyor, televizyonlarda ve gazetelerde boy gösteriyor. Bizim gibi insanlar "yasadışı işlere bulaşmayalım, kul hakkı yemeyelim, günaha girmeyelim, günahsız halimizle iftiraya uğramayalım" diye korkuyla yaşıyorlar. Biz dini, milli ve ailevi değerlerimizi yeni nesillere sanatsal açıdan anlatamadık ve bize bir haller oldu. Her şeyi "eğlence" odaklı görmeye başladık. Halk diliyle söyleyeyim, "lay lay lom" havasında yaşıyoruz. Bir gaflet ortamı var ki, sormayın gitsin. Yıllar önce kıymetli büyüğümüz Abdurrahman Dilipak Bey bir köşe yazısında "Dün ölümü ve ötesini düşünüyorduk, şimdi yaşamanın hazzı ve keyfini düşlüyoruz" diye bir cümle yazmıştı. Bu ifade beni çok etkilemişti.

İmkânımız olsaydı içinde bulunduğumuz bu gaflet ortamını sanatsal açıdan anlatabilmek isterdim. İnsanların aklında yer etmesini istediğiniz duyguları sanatsal açıdan anlatabilmek önemlidir. Gerçekten emek vererek hazırlanan ve içinde mesaj kaygısı taşıyan bir film, bir roman, bir müzik veya bir resim insanların zihinlerinde büyük tesirler bırakabilir. Mesela siz insan beyninin hikâyeye karşı savunmasız olduğunu biliyor muydunuz? Birisi size "geçen gün bizim mahallede bir tane adam gördüm" diye bir hikâye anlatmaya başlatsa sonuna kadar dinlersiniz. Çünkü beyin "meşgul" tutulmayı çok severmiş. Televizyonda ve sosyal medyada izlediğiniz ve paylaştığınız içeriklerle beyninizin ne kadar "meşgul" tutulduğunu anlayabiliyor musunuz? Bilmediğiniz hikâyeler gündelik hayatınızdan uzaklaşmanıza sebep olduğu için zihninizi esir alır ve beyninizi uyuşturur. Bu hikâyeler aklınızı "meşgul" eder ve aklınızı kullanmanıza fırsat vermez. O yüzden "sanat" adı altında bize izlememiz veya okumamız için sunulan her içeriğe karşı "okuyucu" veya "seyirci" olmamalıyız. Bilhassa bu konuda "seçici" olmamız gerektiğini düşünüyorum.

İsterseniz ben de size gerçek hayatta yaşanmış bir olay anlatayım. Geçtiğimiz Ocak ayında sosyal medyada bir video yayınlandı. Videoda konuşan gencin adı Hasan, 29 yaşında, doğma büyüme Ankaralı, aslen Çankırı Ilgazlı... Babaannesi 2 yıl önce vefat etmiş. O günden beri sokaklarda yaşıyormuş. Parası olursa haftada bir gün otelde kalıyormuş. Ankara'da bir metronun dibinde yatıyormuş. Gece kepenkler kapanınca yere karton seriyormuş. Aynı zamanda adaşım olan Hasan kardeşimiz "Allah insanları sınar, Allah şu an beni sınıyor ve Allah taşıyamayacağım yükü vermiyor" diyor. Ve ekliyor, "Benim de bir yerde hayatım değişecek, benim de evim olacak, işim olacak, düzenli bir hayatım olacak. Ben buna çok inanıyorum. Allah benim yüzüme bakacak bir yerde. Umut her zaman vardır. Hayatın zor yanları mutlaka vardır. Hayat yaşamaya değer, zor da olsa. Allah bize bu hayatı vermiş. Biz bu hayatı bir şekilde yaşayacağız".

Ankara'da sokakta yaşayan ve mendil satarak hayata tutunmaya çalışan adaşım Hasan, konuşmalarıyla ve duruşuyla herkese insanlık dersi verdi. O rehavetin zirvesinde yaşayan tuzu kuru tipler bile Hasan'ı çok sevdiler. Kendileri bir gün sokakta yaşayamaz. "Ne güzel, hem yoksul, hem de kanaat ediyor" diyerek Hasan'ı bağırlarına bastılar. Madem o kadar duyarlısınız, sadece bir gece bile olsa sokakta yaşayabilir misiniz? Mesela soğukta ne kadar durabilirsiniz? Açlığa ne kadar dayanabilirsiniz? Parasızlığa ne kadar tahammül edebilirsiniz? Hasan kardeşimiz gibi Hakk'a teslim olarak tevekkül etmiş bir insanın üzerinden tuzu kuru gafillerin güya çok duyarlılarmış gibi konuşmalarını riyakârca buldum. Geçtiğimiz günlerde Ankara Valiliği, Hasan kardeşimize destek olmuş ve kendisinin yeni bir işi ile evinin olduğunu duyurmuş. Devlet mağdur, aciz ve düşkün insanları arayıp bulmak zorundadır. Ekranlara çıktıktan sonra yapılan her şey ekrana oynamaktır. Allah selamet versin.

1973 yılında aramızdan ayrılan kıymetli halk ozanımız Âşık Veysel Şatıroğlu bir şiirinde "Koyun kurt ile gezerdi, Fikir başka başk'olmasa" demiş. Bu söz fikir ayrılığından kaynaklanan bir durumu resmediyor.

Sanat deyince akıllarına "kamu spotu", edebiyat deyince akıllarına "fuar" geliyor. Açık konuşayım, kitap fuarlarını samimi bulmuyorum. İhsan Kurt Bey, Kasım ayında Mektup Edebiyat Dergisi'nde yayınlanan "Edebiyat ve Etkinlik" başlıklı yazısında bu konuya çok güzel değindi. Yazının küçük bir kısmını sizlerle de paylaşmak istiyorum ve bu vesileyle İhsan Kurt Bey'e de saygılarımı sunuyorum; "Özellikle kitap fuarlarında Edebiyat Pazar metaı, edebiyatçı pazarcı rolüne soyunmuş vaziyette. Böyle bir anlayıştan nasıl bir 'okur' kitlesi ve nasıl bir 'kültür' gelişimi, katkısı beklenebilir, çok iyi düşünülmelidir herhalde. Ayrıca 'ekran yüzleri' olarak da isimlendirilen bazı isimlerin fuarlara çağrılarak onlara imza günleri düzenlenmesi gerçekten kuyrukların uzamasını sağlayabiliyor. Yani yazdıkları 'kitap' adını verdikleri nesneleri de çok fazla satılabiliyor".

Her gün yüzlerce analiz ve yorum yayınlanıyor. İçlerinde ruh yok, insanlık aşkı yok, hakikat yok, duygu yok. Görünen köy kılavuz istemiyor. Zaten kılavuzu "karga" olanların halini de anlatmama gerek yok. Bir de utanmadan "yahu biz sanatta ve edebiyatta neden başarılı olamıyoruz?" demezler mi? O zaman ben de kendimi Güldür Güldür komedi programındaki eşofmanlı Şevket Hoca gibi hissediyorum. "Edepsizlik sanat değildir" dedik, "sanatta liyakat olmalı" dedik, "sanat aşkı" dedik, "insan yetiştirmeliyiz" dedik, "dilimiz uyuşturuldu" dedik, "hakikat krizi yaşıyoruz" dedik, "kültür muhafızı" dedik, "özgün sanat" dedik, "önce şahsiyet" dedik. Sanatın ne kadar kıymete haiz olduğunu sadece ben mi yazdım? Çelebi Öztürk Bey yazdı, İhsan Kurt Bey yazdı, Behiye Yılmaz Hanım yazdı, Durdu Güneş Bey yazdı, Hasan Yücel Bey yazdı.

2017 yılının Mart ayından beri yayın hayatını sürdüren Mektup Edebiyat Dergisi, 3. yılında! Dile kolay, 3 yıl olmuş. Biz de duruşumuzdan taviz vermeden yolumuza devam edeceğiz inşallah. Bilhassa 3 yıldır kaleme aldığım yazılarımla yetişkinlerin fikir sahibi olmasına ve gençlerin özgüven kazanmasına vesile olabilmişsem ne mutlu bana... Bazen bana "neden bu kadar sert yazılar yazıyorsun?" diyenler oluyor. Soruyorum, "Ebû Cehil'den beri kâfire hasret kaldık" diyen bir adamın torunundan ne bekliyorsunuz?


Bu köşe yazısı defa okunmuştur.