KAZANANA KADAR TEKBİR, SONRASI SHAKESPEARE (KURU GÜRÜLTÜ)



Mektup Edebiyat Dergisi / 01.06.2020

Kime halini hatırını sorsanız "Allah'a emanet yaşıyoruz işte" der. Nihayet ölümü hatırladık. Adını ve nereden geldiğini bildiğimiz ama gözümüzle göremediğimiz bir virüs hayatımızı değiştirdi. Yaşadığımız bu süreç kolay kolay unutulacak bir süreç değil. Büyük bir imtihandan geçiyoruz. Her şeye rağmen tedbirli olmalıyız. Beden sağlığımızı korurken inşallah ruh sağlığımız bozulmaz. Bir müddet daha kendimizi "terli" ve "grip" gibi düşünelim. Hani terliyken "tokalaşmayalım, terliyim" dersiniz. Grip olduğunuzda "sarılmayalım, grip oldum, sana da bulaştırmayayım" dersiniz. Böyle düşünürsek inşallah beden sağlığımızı koruruz. Bu anlamda sağlık çalışanlarımıza da saygılarımı ve şükranlarımı sunmak istiyorum. Adeta cephedeki askerler gibi hayatlarını tehlikeye atarak hastanelerde görevlerini yapmaya çalıştılar. Allah hepsinden razı olsun.

Anadolu insanı asırlardır nice felaketler görmüş, nice badireler atlatmıştır. Bunu bilen insanlar "bu da geçer yâ hû" diyor. Biz buna Anadolu irfanı diyoruz. İyi günde birbirimizin gözünü oyarız ama zor günde birbirimizi sırtımızda taşırız. Korkmayalım, ecelimiz gelmeden ölmeyeceğiz. Ne bir an önce, ne bir an sonra, tam zamanında vefat ederek bu dünyadan ayrılacağız. İnsanlar nedense çoğu zaman kaçtığını sandığı şeye doğru koşuyor. Bazen de dua ile belasını istiyor. Son yıllarda "dinimizce uygun değildir" denilen her şey yapıldı ve Rabbimiz de kıymetini bilmediğimiz bütün nimetleri bizden geri aldı.

Hiç şüphesiz, bu salgın hastalıktan almamız gereken ibretlik dersler var. Hafızalardan silinemeyecek acılar yaşadık. Salgın hastalığa yakalanıp karantinaya alınan yakınlarımızı hastanede ziyaret edemedik, taburcu olduklarında ise günlerce yanlarına yaklaşamadık, vefat edenlerin cenaze namazını kılamadık, naaşını istediğimiz mezarlığa defnedemedik. Buruk bir Ramazan Bayramı'nı geride bıraktık. İftar çadırları kuramadık, sokak iftarları yapamadık, teravih namazı kılamadık, eşimizi dostumuzu iftara davet edemedik, bayram namazı kılamadık, bayramda büyüklerimizin ellerini öpemedik, sevdiğimiz insanlara doya doya sarılamadık, gurbetteki akrabalarımızı ziyaret edemedik. Arkadaşlarımızla, dostlarımızla, komşularımızla bile yüz yüze görüşemedik.

İnsanların eski günlere olan özlemini biraz garipsiyorum. Biraz önce kültürümüzün en önemli geleneklerinden nasıl mahrum kaldığımızı yazdım. Peki, biz cenazelerde, hasta ziyaretlerinde, misafirliğe gittiğimizde, camilerde, iftar sofralarında ne kadar samimi olabildik, hiç düşündünüz mü? Allah her şeyi bir ahenk, bir uyum ve bir denge üzerine yaratmıştır. İnsanoğlu ihtirası yüzünden her şeyi mahvetmedi mi? Havayı, suyu ve toprağı kirletip zehirlemedik mi? Bitkiler ve hayvanlar kimlerin yüzünden helak oldu? Bunlar yetmezmiş gibi dünyevi ihtiraslarımız uğruna ruhumuzu da kirlettik, değerlerimizi ayaklar altına aldık ve kendimize yabancılaştık.

Yabancılaşma, insanın kendinden ve çevresinden uzaklaşmasıdır. Yabancılaşan insan kendisi dışında herkesi soyutlar, hayat ve hakikat ile olan bağlantısını koparır. Yabancılaşma demişken Cengiz Aytmatov'un "Gün Olur Asra Bedel" romanından da bahsetmek istiyorum. Sovyetler Birliği dönemini anlatan romanda geleneklerini korumaya çalışan insanların yaşadığı travma ile kendi özbenliğini unutan insanların yaşadığı kimliksizleşme ve yabancılaşmanın doğurduğu trajik durumlar anlatılıyor. Sanki şu an biz de aynı şeyleri yaşıyoruz.

Babam son yıllarda sürekli "Müslüman'ın Müslüman'a ayıracak 5 dakikası kalmamış" diyor. Birbirimizle samimi bir şekilde görüşebiliyor muyduk sahiden? "İnan ki çok yoğunum, hiç vaktim yok ama bir ara mutlaka görüşelim" diye başlayan sözleri dostunuz zannettiğiniz insanlardan siz de çok duymuşsunuzdur. Şans eseri mevki-makam sahibi olan insanların yanına gittiğinizde "yahu bu da nereden çıktı şimdi?" der gibi yüzünüze baktığına hiç mi şahit olmadınız? Lafı eğip bükmeye gerek yok. Biz zaten birbirimizden çok uzaklaşmıştık.

Bizim yaratılış gayemiz; "Yaradana layık olabilmektir!". Yıllarca "seçim" ve "ihale" üzerine konuşmaktan neleri ithal ve ihmal etmedik ki? Dini, milli ve ailevi değerlerimize, ilime, sanata ve edebiyata ne kadar kıymet verdik? Sahi, biz neydik, ne olduk, ne hale geldik? Birbirimize durmadan malımızı, mülkümüzü, paramızı anlattık. Şimdi Allah bizi paramızla, malımızla, mülkümüzle baş başa bıraktı.

Sosyal medya yüzünden hayatımızın en güzel anlarını bile yaşayamaz hale gelmedik mi? Yemek yerken, sohbet ederken, seyahat ederken, büyüklerimizi ziyaret ederken, hastanede, cenazede, evde, sokakta, kısacası her yerde çılgınlar gibi fotoğraflar çekinip sosyal medyaya yüklemedik mi? Gezmek, bir yerde kahve içmek, dostlarla sohbet etmek sosyal medya sayesinde anlamını yitirdi. Neredeyse bütün etkinlikler sadece sosyal medyaya fotoğraf yüklemek için yapıldı. Biz o güzel anların bile kıymetini bilemedik. Sırf birilerine hava atalım diye fotoğraf çekinerek o güzel anları bir çırpıda harcadık, yapmacık tavırlar sergiledik, eğleniyormuş gibi yaptık, kendimizi olduğumuzdan daha farklı göstermeye çalıştık. Bireyselleştik, şuursuz ve kimliksiz bireyler olduk.

Hiç unutmam, 2017 yılında kıymetli büyüğümüz Salih Tuna Ağabey "Adam adama benzemiyor ki" başlıklı köşe yazısında insanların yaşadığı zihinsel dönüşümden bahsetmişti. Müsaadenizle o yazıdan küçük bir bölümü sizlerle paylaşmak istiyorum; "Artık yazarlar yazara benzemiyor. Zaten çoğu 'yazarkasa' olmanın derdinde. Ama sadece yazarlar değil. Karpuz alıyorsun, karpuza benzemiyor. Patlıcan patlıcana... Bir acayip dönem ki... Bayram geliyor, bayrama benzemiyor. 'Şaire' bakıyorsun, (ruhunu satmış namussuz, ablak zibidi) şaire benzemiyor. 'Solcuya' bakıyorsun, solcuya benzemiyor. 'Milliyetçiye' bakıyorsun, milliyetçiye benzemiyor. 'Dindara' yahut 'muhafazakâra' bakıyorsun, Müslüman'a benzemiyor. Dedikodu, iftira gani. Takva sandığımız o halleri de yoksulluktan ibaretmiş, artık besbelli. Gösteriş toplumunun maymunları oldular. 'Vıııııın... vııın' geçiyorlar aramızdan. Hani lan... 'Mülk Allah'ın'dı".

Hiçbir şey olmamış gibi davranmayı bir kenara bırakalım. Her şey göz göre göre geldi. Yapmadıklarımızı bile yapamaz hale geldik. Bugün insanlar uzak kaldıkları her şeyin değerini anlama sürecinden geçiyor. İşte bakın, yapayalnız kaldık, birbirimize yaklaşamıyoruz, tokalaşamıyoruz, sarılamıyoruz. Sanki bunları samimi niyetlerle mi yapıyorduk? Öyle bir yaşıyorduk ki, içeriden dışarısı, dışarıdan içerisi görünmüyordu. Bunu anlamanın yolu yaşarken her anın kıymetini bilmekten geçiyordu. Bir de insanlarda ummadığımız bir zihinsel dönüşüm oldu. "Madem evden çalışabiliyorduk, madem hayat bir göz odaya sığabiliyordu, ne diye yüksek katlı plazalar inşa ettik, ne diye trafikte o kadar çile çektik, ne diye boşu boşuna dünyayı talan ettik?" diyenler var.

"Evde Kal" denildiği günden beri "yerli ve milli" olduğunu iddia eden televizyon kanallarının yayınlarını takip ettim. Merhum Yücel Çakmaklı'nın, İsmail Güneş'in, Mesut Uçakan'ın ve Mehmet Tanrısever'in yıllar önce büyük ideallerle çektikleri "Çizme", "Reis Bey", "Yalnız Değilsiniz", "Sonsuza Yürümek", "Kelebekler Sonsuza Uçar", "Minyeli Abdullah", "Bize Nasıl Kıydınız", "Beşinci Boyut", "Sürgün", "Son Türbedar" ve "Bir Adam Yaratmak" isimli filmlerin hiçbirisini göremedim. İsmail Güneş Ağabey'in "Kervan 1915" filmine 2017 yılında sansür uygulandığında bile sahip çıkmamışlardı. Hatta büyük emeklerle çekilen eski filmleri bile "yerli ve milli" sandığımız kanallar yayınlamaya eriniyorlar, belki de korkuyorlar. Ancak ahlaksız dizilerin eski bölümlerini yayınlamaktan korkmuyorlar. Kim bilir, belki de "bizden" görünerek aslında içten içe karşı tarafa özeniyorlardır. Bu da değerlerimize karşı bir yabancılaşma değil midir? Malcolm X, "Eğer dikkat etmezseniz, medya; zalimleri sevmenize, mazlumlardan nefret etmenize sebep olur" demiş.

Peki, şimdi medya, kültür, sanat ve edebiyat için bir şeyler yapabilir miyiz? Filmler çekmek, tiyatro oyunları sahnelemek, kitap fuarları düzenlemek, maçlara ve konserlere gitmek... Ne kadar da yabancı geliyor değil mi? Sosyal mesafeye nasıl dikkat ederiz, maske kullanmaya gerek var mı, izole olabilecek miyiz, kolonya kullansak yeterli olur mu, sadece ellerimizi sabunlasak dezenfekte olur muyuz? Merak ediyorum, "sokağa çıkma yasağı" bitince ve hayat "normalleşme" sürecine girince o tuzu kuru gafiller ne yüzle insan içine çıkacaklar?

Bu saatten sonra aklımız başımıza gelir mi, bilemiyorum. Müneccim olmaya gerek yok. Biz kendi hakkımızdaki hükmümüzü değiştirmediğimiz müddetçe Allah bizim hakkımızdaki hükmünü değiştirmeyecek. Allah cahil ve zalim topluluklara yardım etmez. Biz azdıkça başımıza yeni felaketler gelecek. Allah tövbe kapısını son ana kadar açık tutuyor ama birileri inadına gafilleri daha çok azdırıyor. Yüce Allah, Ra'd Sûresi'nin 11. ayetinde, "İnsanı önünden ve ardından takip eden melekler vardır. Allah'ın emriyle onu korurlar. Şüphesiz ki, bir kavim kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez. Allah, bir kavme kötülük diledi mi, artık o geri çevrilemez. Onlar için Allah'tan başka hiçbir yardımcı da yoktur" diye buyuruyor.

Fransız yazar ve filozof Voltaire'in bir sözünü söylemeden geçmek istemiyorum. Voltaire, "Tanrım beni dostlarımdan koru, ben kendimi düşmanlarımdan korurum" demiş. Elbet bu zor günler Allah'ın izniyle geçer ama biz münafıklık virüsünden nasıl kurtulacağız? Emanete ihanet eden, yalan söyleyen, verdiği sözü tutmayan, dostumuz sandığımız münafıklara karşı nasıl önlem alacağız? Biz millet olarak hep kendimizi kâfirlere karşı hazırlamışız. Münafıklara karşı duruşumuzu netleştirmek zorundayız. "Bismillah" diyerek asıl şimdi şaha kalkmalıyız. Kahırla değil sabırla, kaygıyla değil coşkuyla, kuşkuyla değil cesaretle, rehavetle değil selametle... Biz takvanın en üst perdesinden yaşarız. Maddi ve manevi özveriyle çabalarız. Dava bilincimizle ve haklı davacı azmimizle hedefimize ulaşırız. Kazandık mı? İşlem tamam... Takvadan, davadan ve mücadeleden çok yorulduğumuz için otururuz. Bu bana İngiliz şair ve yazar William Shakespeare'in asırlar önce yazdığı "Kuru Gürültü" isimli komedi türündeki tiyatro oyununu hatırlattı. Biz de kazanana kadar "tekbir" diyoruz, kazandıktan sonra William Shakespeare'in "Kuru Gürültü" oyununda resmettiği karakterlere benziyoruz.


Bu köşe yazısı defa okunmuştur.