KAVRAMLARI KAVRAYAMADIK!



Mektup Edebiyat Dergisi / 01.10.2020

"Mide beyinden akıllıdır. Çünkü mide kusmayı bilir, beyin her pisliği yutar"

Yukarıdaki sözü 2008 yılında vefat eden Kırgız Yazar Cengiz Aytmatov söylemiş. Oldukça derin bir söz olduğu için ilk duyduğumda beni derin düşüncelere sevk etti. "Midenin ve beynin asıl ihtiyacı nedir?" diye düşünürken son yıllarda geleneklerimizin, kavramlarımızın, değerlerimizin, güzel hasletlerimizin sahipsiz kaldığını anladım. Elbette ki, her şey zıddı ile kaimdir ve Hakk ile bâtılın mücadelesi kıyamete kadar sürecektir.

Adalet, vicdan, emek, sevgi, saygı, hoşgörü, tevazu, dostluk, komşuluk, yardımlaşma... Bu insani değerler bizi "biz" yapan değerlerdir. Çağa ayak uydurmaya çalışırken değerlerimizin ayaklar altına alınmasına göz yumduk. Başkalarının kavramlarıyla kendi dünyamızı kurmaya kalkıştık. Biraz önce yazdığım insani değerler vakıfların ve şirketlerin sloganları oldu. Bu değerlerin kıymetini bilmediğimiz için fikrimiz, zikrimiz ve yaşantımız birbirine uygun olmadı. Biz rahmani kavramları değil, şeytani kavramları yücelttik. Hileyi, istismarı, riyayı, yalanı ve dalavereyi meşrulaştırdık. Akl-ı selim olan edepli, şahsiyetli ve dürüst insanlar yetiştiremedik. Dürüstlüğünden taviz vermeyen örnek insanlara da saygı duymadık, kıymetlerini bilmedik.

Batı'nın kötü alışkanlıkları ve başımıza gelen olayları birtakım algılarla kavramsallaştırma tekniği vardır. Sizi kötü bir şeye alıştırıp onun bağımlısı yaparlar ve sonra da bu bağımlılığa bir teşhis koyarlar. Mesela hedeflerinize ulaşabilmeniz için yalan söylemeyi masum bir oyunmuş gibi göstererek sizi yalan söylemeye teşvik ederler. Siz de yalan söyledikçe zaman içerisinde yalan söyleme hastalığına yakalanırsınız. Batı'da bu duruma "pinokyo sendromu" deniliyor. "Fikir özgürlüğü" adı altında sizi her konuda yorum yapmaya alıştırırlar. Her konuda ahkâm kesmeye başlarsınız. Bir de bakmışsınız ki, size birtakım sınırlar çiziliyor ve belli başlı konularda konuşmamanız söyleniyor. Siz de "üç maymunu oynamak" diye bildiğimiz üçlemeyi yaparak, işinize gelmeyen konularda "görmedim, duymadım, bilmiyorum" diyorsunuz. Buna da "devekuşu sendromu" deniliyor. Sendrom, Fransızca kökenli bir kelimedir ve Türkçe'deki anlamı "belirge" demektir. Yabancı kavramlarla birlikte yabancı kelimeler de bilinçaltımızda bu şekilde yer ediyor.

İsterseniz kavramlarımızın ne kadar sahipsiz kaldığını size halk diliyle anlatmaya çalışayım. Edep, "edep ya hu!" dedirtmemektir. Samimiyet, "sen önce kendine bak!" dedirtmemektir. Delikanlılık, "iki dakika delikanlı ol!" dedirtmemektir. Meslek aşkı, "al işte, senin yapacağın iş bu kadar olur!" dedirtmemektir. Cesaret, "lafa gelince fena esersiniz, icraata gelince pamuk şekersiniz!" dedirtmemektir. Müslümanlık, "sen ne biçim Müslümansın?" dedirtmemektir. Fakat bu sözleri işitince de gayet vurdumduymaz bir şekilde "aga bu nedir?" diyoruz. İşte bu kadar şuursuz ve mantıksız bir dönemde yaşıyoruz.

Zor dönemlerde konuşmak, gerçekleri ifade etmek, hakikate sımsıkı tutunmak ve hakkaniyetli olabilmek son derece önemlidir. İyi dönemlerde herkes güzellemeler yapar. Önemli olan zor dönemlerde cesur ve kararlı olabilmektir. Günümüzde edep, hayâ, merhamet, mahremiyet, dürüstlük, fedakârlık, sükûnet, mütevazilik, tasarruf, kanaatkârlık gibi kavramların hiçbir önemi kalmadı. Dürüst insanlara bile "enayi" gözüyle bakılıyor. Haz ve refah peşinde koşan bir toplum olduğumuz için birçok konuda vurdumduymaz oluyoruz. Fikir bile üretmekten aciz insanları gördükçe kendi kendime "nedir bu bitmek tükenmek bilmeyen ağız dalaşı?" diyorum.

Böyle devam ederse büyük salgın hastalıklar artacak. Mal ve israf çoğalacak. Yalancı peygamberler, Mehdiler ve Mesihler ortaya çıkacak. Emanete ihanet artacak, el-emin insanların sayısı azalacak. İlmin ve ilmi ile amel edenlerin sayısı azalacak. Belamlar, yani "kitap yüklü" eşekler artacak. Zina ve eşcinsellik artacak. Ticaret, rüşvet ile yapılacak ve rüşvet her şeye bulaşacak. Keyif veren içecekler çoğalacak ve mubah kabul edilecek. Camiler süslenecek, yüksek binalar yapılacak. Terör olayları ve cinayetler artacak. Zamanın bereketi azalacak. Akraba ziyareti terkedilecek ve iyi komşuluk ilişkileri sona erecek. Yaşlılar giyim kuşamda gençlere özenecek. Cimrilik artacak, sadaka ve hediyeleşme unutulacak ama alışverişler artacak. Ulaşım hız kazanacak, mesafeler kısalacak. Depremler çoğalacak, hava, su ve toprak kirletilecek. Ekinler talan edilecek, hayvanlar öldürülecek. Yağmurlar yağacak ama ürünler azalacak. İhlastan uzaklaşılacak, ikiyüzlü ve menfaati için kılık değiştiren insanlar çoğalacak. Hak etmeyen insanlar rüşvet ve torpille yüksek makamlara gelecek. Selamlaşma azalacak, ehil olmayan kişiler dini konularda hüküm verecek. Müstehcen giyim yaygınlaşacak, rüyalar ve yorumcular çoğalacak. Sünnet terk edilecek, Peygamberlik tartışma konusu olacak. Yalan haberler ve yalancı şahitler artacak, insanlar neye inanacaklarını şaşıracak.

Biraz önce yukarıda kıyamet alametlerini özetlemeye çalıştım. Neyin artacağı ve neyin azalacağı bizim niyetlerimize ve amellerimize bağlıdır. Biz hayal dünyasında yaşamıyoruz, imtihan dünyasında yaşıyoruz. Bakıyorsunuz; rızk, kader, vebal ve ecel kimsenin umurunda değil. İnsanlar nefsinin kölesi olmuş. Bizi "biz" yapan insani değerlerimize sahip çıkmazsak Allah'ın gazabından kurtulamayız. Deprem oluyor, "fay hattından kaynaklı" deniliyor. Dünyada salgın hastalık oluyor, "yarasa etinden dolayı" deniliyor. Yazın sel oluyor, "iklim değişikliği" deniliyor. Ankara'da kum fırtınası çıkıyor, "ekolojik denge" deniliyor. Bir Allah'ın kulu da "Allah'ın gazabı" demiyor. Zaten "o ne der, bu ne der" mantığı ile yaşıyoruz. Birimiz de "Allah ne der acaba?" diye düşünmüyoruz. Batı'nın başımıza gelen felaketleri bile nasıl kavramsallaştırdığını anlayabildiniz mi?

Toplumu günaha sevk eden davranışlara karşı tefekkür etmiyorsak, ne idüğü belirsiz insanların ürettiği fitneye gark oluyorsak, birlik ve beraberliği sadece çıkar birliği zannediyorsak demek ki mideler genişlemiş, beyinler dumura uğramış, Allah'a rabıtamız zayıflamış, İslam'a sadakatimiz azalmış. Müslümanların Allah ile, Peygamberler ile, sahabeler ile alakaları yok. Lafta Müslümanlık olmaz. Bize yenilik diye sunulan her şeyi olduğu gibi kabullenirsek ve hayatımızı bu şekilde sürdürürsek bunun bedelini hepimiz ödeyeceğiz. Telgraf, radyo, telefon, televizyon, internet, sosyal medya derken bugünlere geldik. Her şey alıştıra alıştıra geldi.

Bu yaşananlardan sanat ve medya camiası da sorumludur. Televizyonlar ve gazeteler insanlara doğruları ve yanlışları anlatmadı. Yıllarca ahlaksız diziler televizyonlarda yayınlandı. Popüler olmayan gerçek sanatçılara değer verilmedi. Bugün bazı çocuk kitaplarında bile pedofili (sübyancılık) içeren ifadeler yer alıyorsa gerisini siz düşünün. Bir toplumun asırlardır süregelen geleneklerini medya ve sanat ile tarumar edersiniz. Medya deyip geçmeyelim, gazetelerin ve televizyonların insanlar üzerinde azımsanmayacak bir etkisi vardır. Hele ki sosyal medya asla küçümsenecek bir mecra değildir. Biz değerlerimize sahip çıkmadığımız gibi ilim, sanat ve edebiyat sahalarında da etkili ve kalıcı çalışmalar yapmadık. Her şeyi "ticaret" ve "siyaset" odaklı düşündük. Ticarette ve siyasette güçlü olabilirsiniz ama bu gücünüzün daim olmasını istiyorsanız ilime, sanata ve edebiyata da yatırım yapmasını bileceksiniz.

O malum dizileri "belirli şartlar" çerçevesinde kimlerin fonladığını daha öğrenemediniz mi? Gençleri uyuşturucuya, cinselliğe ve alkole özendirirler. Mutluluğun özgürlükten geçtiğini empoze ederler. İstediğiniz kadar "ben özgürüm, kimse bana karışamaz, kimse beni yönlendiremez" diye naralar atın. Bakın, "sanat" adı altında zihniniz işgal ediliyor. Dizilerde rol alan her karakterin senaryonun özgün olmasından kaynaklandığını mı zannediyorsunuz? Son dönemlerde yayınlanan televizyon dizilerinde eşcinsel karakterler, asi ruhlu kadınlar, şımarık çocuklar, özgür gençler gibi roller aşk, sevgi ve ihtiras bağlamında çok mu masum görünüyor? Sizler öyle ailece izleyip geçiyorsunuz, bilinçaltınıza neler yükleniyor, farkında bile olmuyorsunuz.

Halen keyif odaklı yaşamaya devam ediyoruz. Altın tozlu kahve içiyoruz, altın kaplama dondurma yiyoruz, altınlı et yiyoruz. Görgüsüzlük, gösteriş merakı, aşırı itici ve mide bulandırıcı hareketler kaldığı yerden devam ediyor. Şahit olduğumuz bu azgınlıklardan dolayı başımıza neler geleceğini tahmin edebiliyorum ama gafillerin daha ne kadar azacaklarını bilmiyorum. Salgın hastalık süreci devam ediyor, vaka sayıları artıyor, insanlar vefat ediyor. Fakat ne yazık ki insanoğlu nefsinden taviz vermiyor. Ben "can tatlıdır" diye bilirdim, meğer "keyif" daha kıymetliymiş. Keyfimizden taviz verirsek dünyanın sonu gelecekmiş gibi yaşıyoruz.

Siyaset, ticaret veya din denildiği zaman insanların neden mideleri bulanıyor zannediyorsunuz? Çünkü siyaset kibirle, ticaret hileyle, cemaatler cehaletle, sanat ahlaksızlıkla özdeşleşmiş. Sahi, dini ve milli kavramların birilerinin ağzında sakız gibi çiğnenmesini mideniz kaldırıyor mu, aklınız alıyor mu? Bu ahlaksızlıklara karşı gelebilmek için bir "mide" ve bir "irade" lazım... Ben de her akşam yayınlanan salgın hastalık tablosu gibi bir "kavramlar tablosu" hazırladım. "Dava bilinci" azaldı, "makam sevdası" arttı. "Takva" azaldı, "şekva" arttı. "Dürüstlük" azaldı, "hile" arttı. "Hayâ" azaldı, "riya" arttı. "İkrar" azaldı, "inkâr" arttı. "İhlas" azaldı, "şirk" arttı. "Mahremiyet" azaldı, "ifşa" arttı. "Tevazu" azaldı, "kibir" arttı. "Ahde vefa" azaldı, "nankörlük" arttı. "Aşk" azaldı, "fuhuş" arttı. "Kadın-erkek eşitliği" azaldı, "cinsiyetsizlik" arttı. "İtaatkârlık" azaldı, "asilik" arttı. "Şükür" azaldı, "gaflet" arttı. "Çalışkanlık" azaldı, "rehavet" arttı. "Doğru" azaldı, "yalan" arttı.

Yukarıdaki gibi bir tablo her akşam televizyonlarda yayınlansa sizce de etkili olur mu? Madem insani, dini ve milli kavramlarımızı sanatta ve edebiyatta anlatamıyoruz, bari bu şekilde anlatmaya çalışalım. Bence kamu spotu çekmekten iyidir. Neyse, bunların hiçbirini olmamış sayalım, "cehalet mutluluktur" diyelim, "anı yaşa" diyelim, "hızlı yaşa, erken öl" diyelim, sosyal medyada sosyalleşelim, çekelim bir fotoğraf, atalım bir story (hikâye), profilimize de "kendi işimin patronuyum" yazalım, dünyevi nimetlerin cazibesine kapılmaya devam edelim ama sonrası... Bundan sonrasını da yaklaşık 50 yıl önce merhum dedem şair, yazar ve tiyatrocu Hasan Nail Canat'ın "Moskof Sehpası" eserinde yayınlanan röportajında geçen sözleri ile bitirmek istiyorum; "Biz kendi sahnemizde Batı insanının bunalımını seyrederiz. Seks ve hızlı yaşantı gençliğin ulaşılacak hedefi olarak biliniyor. Manevi değerler ve milli kıymetler sinema ve tiyatroların alay konuları oldu".

Bu vesile ile 21 Ekim 2004 tarihinde aramızdan ayrılan merhum dedem Hasan Nail Canat'a vefatının 16. yıldönümünde Allah'tan sonsuz rahmetler diliyorum. Ruhu şâd olsun, mekânı cennet olsun.


Bu köşe yazısı defa okunmuştur.