HİLAFETİN SIRRI!



Mektup Edebiyat Dergisi / 01.09.2020

Babasının görevi sebebiyle soğuk bir kış gününde Amasya'da dünyaya geldi. 11 yaşına kadar Amasya'da yaşadı. Daha sonra Trabzon'a göç etti ve 40 yaşına kadar Trabzon'da yaşadı. Bir yandan görevini layıkıyla yaparken, diğer yandan da ilimle uğraşarak âlimlerden dersler aldı. Geceleri dört saatten fazla uyumazdı ve birden fazla lehçe bilirdi. Sakalı yoktu, pos bıyıklıydı ve oval bir yüzü vardı. Ortadan biraz uzun boylu, geniş omuzlu ve kartal burunluydu. Şatafatlı giyinmeyi sevmezdi, kılık ve kıyafeti oldum olası gösterişten uzaktı.

Görev alanına girmediği halde şahit olduğu hırsızlık ve soygun olaylarına, kadınların ve kızların kaçırılmasına çok öfkelenirdi. Bunları yapanları sert bir dille uyarırdı. Ancak uyardığı bir kişi onun uyarılarını ciddiye almayarak bir yandan da onun babasına "muhterem babamız" diye mektuplar yazardı. Ona da "Sizin babanız, bizim de babamızdır. Babanıza hürmetimiz ve muhabbetimiz vardır. Siz bu işlere karışmayın. Benim sizinle bir işim yoktur" diye haber gönderince "Sana haddini bildirmezsem namert olayım!" dedi.

Sert bir mizacı vardı. Babasının yumuşak başlılığının istismar edilmesinden hoşnut olmazdı. Bu yüzden dalkavukluktan nefret ederdi ve methedilmekten hazzetmezdi. "İnsan hiçbir zaman methedilerek yükseleceğini ummamalı, umarsa alçalır. Dalkavukluk, alçak ruhların hezeyanıdır" derdi. Hatta en yakın can dostu bir gün ona "Sizin daha büyük görevlere gelmeniz lazımdır" deyince "Eğer ki sözlerinde riyadan eser olduğunu bilsem, Allah aşkına, elimdeki hançeri böğrüne saplardım" dedi. O an kararını verdi, "Şahsıma kötülük eden düşmanı affedebilirim. Lâkin dinime ve vatanıma kötülük edenleri asla affetmem. Hayatım boyunca bu ölçüye sadık kalacağım" diyerek kendisini kutlu bir davaya adadı. Henüz 40 yaşındaydı. Çetin bir mücadele süreci başlamıştı. Geçeceği yolların dikenli olacağını ve büyük acılar yaşayacağını adı gibi biliyordu.

Her şeye rağmen yanında onun için canını verebilecek ve bütün makamları elinin tersiyle itebilecek kadar fedakâr dostları vardı. Evvela babasına meydan okudu. Kararlı ve dimdik duruşuyla dosta güven, düşmana korku salarak herkesin güvenini kazandı. Sapasağlam bir iradeye sahipti. Allah'ın inayetiyle 2 yıl boyunca verdiği mücadelenin sonucunda daha büyük bir göreve geldiğinde dahi kararlılığından taviz vermedi. Bir müddet sonra babası ona "Oğlum, hadiselere kalbinle değil beyninle bak. Ben kalbî bakmanın çok zararını gördüm. Tarihi iyi oku, iyi değerlendir" diye nasihatte bulundu ve babasıyla helalleşti.

Üstlendiği göreve asla halel getirmedi, emanete ihanet etmedi. Sorumlusu olduğu emanetle birlikte mevcut olanakları kat be kat arttırmak için Asya'ya, Avrupa'ya ve Afrika'ya açılmaya karar verdi. Oğlunu da büyük bir hassasiyetle yetiştirmeye çalışıyordu. Bir gün oğlunu süslü ve şatafatlı kıyafetler içinde görünce "Oğlum bu ne hal, bu nasıl süslenme? Anana giyecek bir şey bırakmamışsın" dedi.

Büyük hedefleri vardı. Hedeflerine düşmanları engel olmaya çalışsa gam yemezdi. Tam hedeflerine odaklanmışken öz kardeşlerinin iftiralarına ve kalleşçe saldırılarına maruz kaldı. Hedeflerine ulaşmasına engel olmaya çalışanlara haddini bildirdi. Onun cesur ve gözü kara olması bazen en yakınındaki insanları bile endişelendiriyordu. Bir gün hatırı sayılır biri ona "Çok zor bir dönemdeyiz, tehlikeli işlere kalkışmayalım, zahmete girmeyelim" deyince "Madem öyle, sizi bu zahmetten kurtaralım" dedi ve "gereken" yapıldı. Sanmayın ki, geri adım attı. Hedeflerinden taviz vermeden kararlı bir şekilde yoluna devam etti.

Kararlı bir şekilde yoluna devam etmesine rağmen bir müddet sonra etrafındaki insanlarda yine bir umutsuzluk hâsıl oldu. Sıcak bir yaz günüydü ve etrafındaki insanlar akıbetlerinin ne olacağını bilemedikleri için endişeye kapılıyorlardı. Bu endişe ve umutsuzluk aslında tehlikeli bir nifaktı. Şiddete başvursa feci hadiseler yaşanırdı. Yolundan geri dönse verdiği bütün emekler boşa giderdi. Umutsuz, yorgun ve endişeli insanların yanına kadar giderek onlara hitaben, "İsteyenler karılarının yanına dönsün. Ölümden korkanlar geri dursun. Ölümden korkmayanlar yanımda kalsın. Tek başıma kalsam da yoluma devam edeceğim" dedi ve tek başına yoluna devam etti. Bu sözleri duyanlar şaşkınlıktan yerlerinden kımıldayamadılar. Sonra kendilerine geldiler. Kuşku coşkuya, rehavet cesarete ve dalga dalga yayılan bu cesaret ise muhteşem bir manzaraya dönüştü.

Heybeti ve kararlılığı dosta güven, düşmana korku salmaya devam ediyordu. Karşılarına çıkan zorlukları birer birer aşıyorlardı. Gençliğinden beri tanıdığı ve yanından hiç ayırmadığı can dostlarından biri yolda vefat etti. Uzun yıllardır tanıdığı başka bir can dostu ise onun yanına geldi. Bir dost gitti, bir dost geldi.

Bir müddet dinlendikten sonra tekrar uzun bir yolculuğa çıktılar. Uğruna ömrünü adadığı davası için gece gündüz demeden var gücüyle çalışıyordu. Allah'tan niyaz ettiği ve yıllardır büyük emek verdiği idealler herkese nasip olabilecek idealler değildi. Birlik ve beraberlik halkalarının daha da büyümesini istiyordu. Çok cesurdu ve heybetliydi ama bir o kadar da dürüst, alçakgönüllü ve cömertti. Bir gün kalabalık bir ortamda yüzüne karşı "siz artık buraların hâkimi oldunuz" denilince duygulandı ve oturduğu yerden kalkarak kendisine bunları söyleyen kişiye "hâkimi değilim hizmetkârıyım, öyle söylemeyin, düzelterek hizmetkârı olduğumu söyleyin" dedi.

Aynı azim ve cesaretle hep birlikte yürümeye devam ettikleri yolda bu sefer de geçilmesi zor bir yola geldiler. Hayvanların bile zor yürüdüğü bir yerdi. Herkesin umutsuz bakışları arasında yine tek başına yürümeye başladı. Etrafındakiler şaşırdı ve kendisine sebebi sorulunca "Görmüyor musunuz? Önümde Peygamber Efendimiz yürüyor" dedi. Onun 13 günde başardığı görevi ondan başka hiç kimse başaramadı. Beraberindeki insanların da büyük emeği olduğu için sevinçliydiler. O ise yolda kaybettiği bir diğer dostunun vefatına üzülüyordu. Allah nasip etti, uğruna ömrünü adadığı ideallerine ulaşarak büyük başarılara imza attı. Davasına gönül veren insanları tek bir çatı altında topladı. Başarıları dilden dile yayılıyor, attığı adımlar her yerde yankılanıyordu.

Bir gün karşısına sinsi ve korkak bir şarlatan çıktı. Güya mağarada yaşayarak inzivaya çekildiğini ve her gün ibadet ettiğini söyleyen bir şarlatan bahar ayı gelince kendisini "Mehdi" ilan etti. Mağarada kaldığı süre içerisinde devamlı olarak planlar hazırlamış, stratejilerini tespit etmiş ve civardaki halka da kendi adamları vasıtasıyla "ibadet ediyor" propagandasını ustaca yaymıştı. Yanına topladığı yüzlerce insanla birlikte dağdan şehre inerek ortalığı yakıp yıkmaya, kadınlara ve kızlara tecavüz etmeye başlamışlardı. Bunu duyar duymaz en ufak bir korkuya kapılmadı, duruşundan taviz vermedi, "gereken" emri verdi ve "gereken" yapıldı.

Afrika'daki görevlerini başarıyla tamamladıktan sonra Avrupa'ya yönelmeye karar verdi. Oğluna çok güveniyordu. Bundan sonraki görevlerini oğlunun yerine getirmesini diliyordu. Son günlerde ölümü sıkça anmaya başlamıştı. 50 yaşındaydı ve çok sevdiği dedesinin de 49 yaşında vefat ettiğini biliyordu. Bir gün sırtında bir yarası olduğunu fark etti. En yakınındaki can dostuna sırtındaki yarayı gösterdi ve onu halletmesini istedi. Dostu bilmediği bir konu olduğu için bir doktora görünmesinin daha iyi olacağını tavsiye etti.

Sırtındaki yarayı başka şekilde hallettirdi ama sonra ağrıları arttı. Ayakta zor duruyordu ve şiddetli ağrılardan dolayı gözleri kararıyordu. Buna rağmen birkaç gün sonra görevi icabı yine uzun bir yolculuğa çıktı. Kimseye sırtındaki yarasından kaynaklı hastalığından söz edilmemesini istedi. Yolda ağrıları artınca bir doktora görünmeye razı oldu. Sık sık mola veriliyor ve günlerini yatakta geçiriyordu. Onu muayene eden doktor ölümcül bir hastalıktan bahsetti ve yanından hiç ayrılmamasını tembihledi. Can dostu çok üzgündü.

Yol arkadaşları onun halini merak ettiler ve onu görmek istediler. Bunu duyunca bir anda canlandı. Dışarı çıktığında arkadaşlarıyla yüz yüze gelince herkesin morali artmıştı. Sonrasında tekrar hasta yatağına döndü. Yanındaki dostlarına seslendi ve onlara "Oğluma haber verin. Eğer vefat edersem benim görevlerimi o devam ettirsin. Vefat ettiğimi de kimselere söylemeyin. Oğlum görevinin başına geçince açıklarsınız" dedi.

Bir gece yarısı, yağmurlu bir havada yine hasta yatağında yatıyordu. En yakınındaki can dostu da yanındaydı. Çok üzülüyor, üzüntüsünü belli etmeden dualar ediyordu. Bir ara gözleri aralandı. Can dostu ile az da olsa sohbet etti. Üzgün halini görünce "Bu ne haldir?" dedi. Can dostu da onun ölümüne aylardır kendini hazırlıyordu. "Artık Allah ile birlikte olma zamanıdır" deyince "Sen bizi bunca zaman kiminle bilirdin Hasan?" dedi. Ardından acı acı gülümsedi ve dostundan Yasin-i Şerif okumasını istedi. Yüksek sesle Yasin-i Şerif okurken hasta yatağında ona eşlik ediyordu. Biraz dalmıştı, sonra nefes alışları değişti. Hırıltılı bir şekilde nefes alıp vermeye başlamıştı. En sonunda derin bir nefes aldı, bir daha aldı ama aldığı nefesi geri veremedi. Hak vaki olmuş, ruhunu Hakk'a teslim etmişti. Can dostu hıçkırarak ağlıyordu.

O, Fatih'in torunuydu, nâm-ı diğer Yavuz Sultan Selim... 9. Osmanlı Padişahı, 88. İslam Halifesi ve ilk Türk-İslam halifesi I. Selim... 50 yıllık bir ömür, 8 yıl süren bir padişahlık ve ardında bıraktığı destansı başarı... Yavuz Sultan Selim, 10 Ekim 1470 tarihinde Amasya'da doğdu. 22 Eylül 1520 tarihinde Edirne'de vefat etti.

Yavuz Sultan Selim'in hayatını ismini söylemeden naçizane otobiyografik bir belgesel gibi anlatmaya çalıştım. Onu anmak, anlamak ve anlatmak benim için bir vefa borcudur. Yanında uzun yıllar yol arkadaşlığı yapan ve sırdaşı olan Hasan Can'ın adını kendi adıma benzettiğim için Yavuz Sultan Selim'i kendime çok yakın görürdüm. Özellikle Yavuz Sultan Selim'e olan inancı, sadakati ve karşılıksız teslimiyeti beni çok etkilemişti. Hasan Can'ın yerinde olmak ve Yavuz Sultan Selim'in azimli ve dik duruşuna yakından şahit olmak isterdim. Yavuz Sultan Selim'in dava bilincini, azmini, cesaretini ve heybetini de "hilafetin sırrı" olarak görüyorum.

"Hünkârım, bilirim, övülmekten hoşlanmazsınız. Hatıratınız önünde saygıyla eğiliyorum. Vefatınızın 500. yılında sizi sonsuz rahmetlerle anıyorum. Ruhunuz şâd, mekânınız cennet olsun inşallah"

NOT: Bu yazıyı yazarken kıymetli büyüğümüz Tarihçi-Yazar Yavuz Bahadıroğlu'nun "Şehzade Selim", "Şirpençe" ve "Mısır'a Doğru" romanlarından alıntılar yaptım. Sizlere de okumanızı tavsiye ederim. Bu vesile ile kıymetli büyüğümüz Yavuz Bahadıroğlu'na da saygılarımı sunuyorum.


Bu köşe yazısı defa okunmuştur.