HER ŞEY DAHA GÜZEL OLABİLİRDİ!



Mektup Edebiyat Dergisi / 01.07.2019

Bir yaz sabahı tepelerin ardından doğan güneş bütün sıcaklığıyla tabiata apayrı bir ahenk katıyordu. Kuşlar cıvıl cıvıl ötüyordu, rengârenk çiçekler etrafa güzel kokular yayıyordu ve ağaçların yaprakları hafif esen bir rüzgârla hışırdıyordu. Gökyüzü masmaviydi, güneş sapsarı...

Ülkemizin kültürel değerleri tarumar edilirken, gerçek sanatçılar geçim sıkıntısı yaşarken, gençler enerjilerini sadece siyasette yükselebilmek için tüketirken, ehliyet ve liyakat kavramları aleni bir şekilde gözardı edilirken, medya her gün sanata ihanet ederken benden böyle yazılar yazmamı beklemeyin. Gönül isterdi ki, sanatta ve edebiyatta büyük başarılarımızı anlatan yazılar yazalım. Fakat bu alanda ne yazık ki büyük atılımlar yapılmadı.

Kültür ve Turizm Bakanlığı, İl Kültür ve Turizm Müdürlükleri, TRT, İl ve ilçe belediyelerinin Kültür ve Sosyal İşler Daire Başkanlıkları ve Kültür Müdürlükleri... Şimdi bu kurumların ismini neden yazdım? Devletin kültür, sanat ve edebiyat alanında aktif olması için görevlendirdiği bu kurumlar sizce görevlerini layıkıyla yerine getiriyor mu? Muhafazakâr insanlar için biraz önce isimlerini yazdığım kurumların hiçbir zaman önemli kurumlar olmadığını daha önceki yazılarımda belirtmiştim. Bu kurumlardaki makamlara çoğunlukla vasıfsız, vizyonsuz ve tecrübesiz insanlar getirilir. Ülkemizde bu kurumlardan müteşekkil oluşuma "kültür bürokrasisi" demek istiyorum.

Türkiye'de inançlı insanların yıllarca her alanda dışlandığını, özellikle sanatta ve edebiyatta adeta yok sayıldığını kıymetli büyüklerimden çok dinledim. Yıllar sonra muhafazakâr insanlar iktidara geldiğinde ise ortaya bambaşka durumlar çıktı. İnançlı insanlar yıllarca birçok alanda dışlandıkları için o "eziklik" duygusundan bir türlü kurtulamadılar. Geçmişten gelen bu özgüven eksikliğinin bize sanatta ve edebiyatta neler kaybettirdiğini anlatmaya çalışacağım.

Herkesin birbirinden emin olduğu, hakikatli bir kardeşliğin hüküm sürdüğü ve herkesin birbirini Allah için sevdiği dönemler de vardı. Merhum şairimiz Abdürrahim Karakoç'un "Hak Yol İslam Yazacağız" şiirinde ifade ettiği gibi kör dünyanın göbeğine "Hak Yol İslam" yazacaktık. Arif Nihat Asya'nın "Fetih Marşı" şiirinde söylediği gibi hepimiz Fatih'in İstanbul'u fethettiği yaştaydık.

Gün geldi, imkânlar arttı ama dindar insanların arasına kibir, haset ve riya girdi. Kardeşlik duygusu gitti, menfaat dayanışması geldi. Gönüllere hitap etmek unutuldu, rakamlarla ve sloganlarla konuşmak moda haline geldi. İnançlı insanların arasına öyle duvarlar örüldü ki, insanlar birbirlerini anlayamaz oldu. Sonra savunduğumuz değerlere karşı yabancılaştık. Bizden olana yabancı gibi davrananlar, bizden olmayanlara ise hürmetlerini sundu. Onlara yer açmak için birçok emektar ve fedakâr sanatçımızı unuttular. Bu nasıl bir akıl tutulmasıdır?

Güzel ülkemiz yıllardır hep keskin bir ayrımın ortasında kalmıştır. Sağ-sol, elit-varoş ve laik-muhafazakâr ayrımları bunlardan bazılarıdır. Muhafazakâr insanlar iktidara geldiğinde de durum değişmedi, "biz" ve "onlar" diye bir ayrım oluştu. Bilhassa muhafazakâr insanlar siyasal anlamda iktidara gelse bile kültürel anlamda iktidara gelemedikleri için büyük sarsıntılar yaşadılar. Kentli bir kültür oluşunca özümüzü unuttuk. Kadim medeniyetimizi yeniden inşa edeceğimiz yerde bol bol yeni binalar inşa ettik. Fakat o binaların içini ne ile dolduracağımızı hiç düşünmedik. Yüzlerce kültür merkezi inşa edildi. Peki, kültürde ve sanatta çığır mı açtık?

"Kültür ve Sanat Politikaları Kurulu" kurulsa bile il ve ilçe belediyelerinin yöneticileri yönettikleri şehirlerde yaşayan gerçek sanatçılara sahip çıkmıyorsa, saygı duymuyorsa ve değer vermiyorsa "biz" asla kültürel anlamda iktidara gelemeyiz. Bizim Anadolu'muzun bağrından çıkmış şairlerimiz, yazarlarımız, yönetmenlerimiz, tiyatrocularımız, sanatçılarımız yok mu zannediyorsunuz? Var ama kıymetlerini bilen bir kültür bürokrasisi yok. Halk ozanlarının bile kıymeti bilinmiyor. Her seferinde "biz" diye konuşan ama "onlar" tarafından meşhur edilen sözümona ünlü sanatçılara değer veren bir zihniyetten bahsediyorum.

Siyasi iradenin "asgari" düzeyde önem verdiği "kültür bürokrasisi" hiçbir şekilde "sorumluluk" bilinciyle hareket etmiyor. İktidar mensuplarının "sanatçı buluşmaları" diye düzenlediği organizasyonlara davet ettiği sanatçılara daha çok değer veriyorlar. İkamet ettiğiniz şehirlerdeki belediyelerin kültürel etkinliklerine hiç dikkat ediyor musunuz? Sürekli aynı kişilerle yapılan rutin programlardan kimsenin haberi olmuyor. Kültürel etkinliklerde nitelik ve nicelik yok. Belediyelerin aylık programlarına baktığınız zaman şu kadar konuşmacı, şu kadar etkinlik gibi klişeleşmiş duyurular görürsünüz. Kuşe kâğıda basılan etkinlik duyurularının medyada bile bir haber değeri olmuyor. Çünkü kültür bürokrasisi çalışmıyor, "çalışıyormuş" gibi görünüyor.

Siyaset araçtır, hakikat amaçtır. Siyasette kâr ve kazanç düşünülmez. Orası fazilet ve gayret kapısıdır. İktidarın nimetlerini düşünmekten ahiretimizi düşünemez olduk. Konforlu bir hayat peşinde koşan fırsatçı tipler türedi. Bizim acilen yepyeni fikirler üretmemiz gerekiyor. Necip Fazıl Kısakürek, Cahit Zarifoğlu, Sezai Karakoç gibi mütefekkirler yetiştirebilmek için yeni bir fikriyat oluşturmalıyız. Mesela yerel yöneticiler şehirlerinde ikamet eden sanatçılar için her yıl bir "saygı gecesi" organize edemez mi? Yetenekli gençlere destek olamaz mı? Nerede o vizyon? Biz bunca zaman sonra nihayet bir "başarı" yakaladık. "Biz" de "onlar" gibi olduk. Artık "onlar" gibi yaşıyoruz, "onlar" gibi düşünüyoruz ve bundan dolayı kendimizle acayip gurur(!) duyuyoruz.

Medya kuruluşlarımızın da aslında bir hükmü yok. Çünkü muhafazakâr insanlar arasında fikir birliği kalmadı, aksine fikir ayrılıkları yaşanıyor. Belki hatırlarsınız, yıllar önce karşı mahalleden birtakım transferler yapıldı. Gazetelerimizde ve televizyonlarımızda yıllarca boy gösterdiler, her konuda ahkam kestiler, bir anda duayen(!) oluverdiler. Onlara iktidarın bütün nimetleri altın tepsilerde sunuldu, kendilerine belediyeler tarafından programlar yaptırıldı, seminerler verdirildi, konuşmacı olarak birçok programa davet edildiler. Fakat bu transferlerin çoğu fiyasko çıktı. Bu kadar gazeteyi ve televizyonu "onlar" için mi kurduk? "Biz" gerçekten "onlar" için mi iktidara geldik?

"Onlar" aslında birbirlerine birçok konuda destek oldular, beğenirsiniz veya beğenmezsiniz, yüzlerce televizyon dizileri ve sinema filmleri çektiler, sanatın her alanında aktif olmak için insanüstü çaba gösterdiler. "Biz" ne yaptık, kıymetli sanatçılarımızın bile kıymetini bilemedik. Memleketimizin dinine, değerlerine, ahlak sistemine ve aile yapısına karşı çıkan ve kendisini sanatçı(!) olarak tanımlayan kişiler hep olmuştur. Fakat siz asil sanatçıların kıymetini bilmezseniz "kültürel iktidar" tartışmaları hep havada kalır. O cefakâr, vefakâr ve fedakâr sanatçıların gönlümde ayrı bir yeri vardır. Çünkü kırgın olsalar da bütün engellemelere rağmen inandıkları davaya destek olmaya çalışıyorlar.

Ayaktaysanız sizin elinizi öperler ama azıcık sarsıldığınız zaman saldırırlar, düştüğünüz zaman vururlar. Mevki-makam sahibi oldukça vefa ve hayâ duygusu azalan bürokratlarımızın bile bu yaşananlardan ders aldığını sanmıyorum. O bürokratların içinde öyle enteresan tipler var ki, Hülya Avşar'ın ismini duyduklarında gözleri kamaşıyor, Necip Fazıl Kısakürek'in ismini duyduklarında yüzleri buruşuyor. Sanmayın ki, sizi hatırlayacaklar, kıymetinizi bilecekler. En geç 1 yıl sonra yine o sanatçı(!) görünümlü insanların peşine takılacaklar, onların karşısında el pençe duracaklar, onlarla konuşabilmek ve resim çekinebilmek için can atacaklar.

Bana "Yahu Hasancığım, şimdi bunları konuşmanın zamanı mı Allah aşkına?" demeyin. Çünkü bu sorumsuzluğun hesabını sormanın zamanı geldi, hatta geçiyor bile. Eğer ki bugüne kadar fikirlerimiz iktidara gelmediyse bundan kültür bürokrasisi de sorumludur. Sırtını siyasi partilere ve dini cemaatlere dayayanlar geleceğini de ahiretini de kurtardığını zannetmesin. Gerekirse hesap verecekler, gerekirse bedel ödeyecekler. Bunları "dost acı söyler" minvalinde söylüyorum. Yanlış anlaşılmasın, o ünlü sanatçılarla bir husumetim yok, yerel yönetimlerle organik bir bağım yok. O ünlü sanatçıların ve kültür bürokrasisinin körelmiş zihniyetlerini eleştiriyorum, "böyle gelmiş böyle gider" diyemiyorum, "bana dokunmayan yılan bin yaşasın" diyemiyorum.

Bir alışveriş merkezi inşa etmek için 3 tane işadamı bir araya geliyor. Hatta ihale alabilmek için birlikte umreye bile gidiyorlar. Bizim değerlerimizi anlatan bir sinema filmine ise hiçbir işadamı sponsor olmuyor. Dikkat edin, alışveriş merkezinin içinde sinema salonu da bulunuyor. İçinde sinema salonu da bulunan alışveriş merkezi inşa ederler ama o sinema salonlarında gösterime girecek nitelikli filmlere destek olmazlar, sonra da her yerde "yahu biz sanatta neden ilerleyemiyoruz?" diye ahkâm keserler. 15 Temmuz’un yıldönümündeyiz. Şehitlerimize Allah’tan sonsuz rahmetler diliyorum, gazilerimize hürmetlerimi sunuyorum. Şehit Astsubay Ömer Halisdemir’in hayatını anlatan bir sinema filmi çekilememişse daha ne söylememi bekliyorsunuz?

İdeolojiler gelip geçer ama şaheserler üreten gerçek sanatçılar asla unutulmaz. Kanuni Sultan Süleyman, "Ben cihan padişahı olduğum için değil, Sinan gibi bir mimar, Bâkî gibi bir şair benim devrimde yetiştiği için sevinirim" demiştir. Sahi, bu dönemde içimizden kaç tane sanatçı, kaç tane sinemacı çıktı? Kültür bürokrasisi gerçek sanatçılarımıza değer verseydi sanatta ve edebiyatta destanlar yazabilirdik. Fikirlerimiz de iktidara gelirdi ve her şey daha güzel olabilirdi. Şayet kültür bürokrasisi engel olmaya çalışmazsa Anadolu'nun bağrından yeniden milletine ve insanlığa yepyeni eserler armağan edecek sanatçılar yetişeceğine inancım tamdır.


Bu köşe yazısı defa okunmuştur.