FITRAT-ÜL KAPİTALİZM



Mektup Edebiyat Dergisi / 01.08.2020

Satış rakamları, hesaplar, fiyatlar, indirimler, borsalar, repolar, faizler, zamlar, oranlar, katsayılar, şifreler, numaralar, tarihler, saatler... Rakamların etkileyici bir yönü vardır ve hayatımızın bir parçasıdır. Bunu kimse inkâr edemez. Ancak son yıllarda insanların rakamlarla fazla içli-dışlı olmasını garipsiyorum. Rakamları fazla zikretmek ve saplantılı bir şekilde rakamların müptelası olmak insanı kibre ve gaflete sürükleyen etkenlerden biridir. Mesela sosyal medyada takipçi sayısı arttıkça şuurunu ve kimliğini kaybeden insanlar var.

Son yıllarda toplumumuzda aidiyet duygusu ve yaradılış bilinci eksikliği had safhaya çıktı. Rakamlara tapanları ve sürekli birtakım rakamlarla övünenleri sizler de görüyorsunuzdur. Her şeyi rakamsal olarak değerlendirmeye başladık. Bu yüzden insanları rakamlara mahkûm eden bir zihniyet oluştu. İrlandalı şair ve yazar Oscar Wilde, "Günümüz insanı her şeyin fiyatını biliyor ama hiçbir şeyin değerini bilmiyor" demiş.

Sahi, bugüne kadar işini düzgün yapan kaç esnaf veya tüccar tanıdınız? Fıtratından taviz vermeden sanatını icra eden kaç sanatçı tanıdınız? Helal ile haram arasında kaç kavgaya şahit oldunuz? Doğum ile ölüm arasında kaç hayatınız oldu? Kalbiniz ile yüreğiniz arasında kaç korku yaşadınız? Öfke ile tebessüm arasında kaç tecrübeniz oldu? Öğretmen ile öğrenci arasında kaç uçurum gördünüz? Sorular ve cevaplar arasında kaç yanlış bulabildiniz? Böyle peş peşe sorular sorunca Üstad Necip Fazıl Kısakürek'in "Muhasebe" şiirindeki "Fikrin ne fahişesi oldum, ne zamparası! / Bir vicdanın, bilemem, kaçtır hava parası?" mısraları aklıma geldi.

Biz ne yazık ki çağın vahametine aldanarak kalitesizliğe, vasatlığa ve kurnazlığa yenildik. Ahlakı bozduk, her şeyi fiyatlandırdık, her şeyi eğlence odaklı görmeye başladık ve her gün "dünya bilmem ne günü" diye kutlamalar yapar hale geldik. Böyle bir akıl tutulması ne zaman son bulur, bilemiyorum. Sanata ve edebiyata dair fikirlerimi ve eleştirilerimi yazmaktan gocunmuyorum. Ben yazınca ciddiye alınmaz ama popüler bir isim söylese gündem olur. Şöhrete ve büyük rakamlara karşı halen zaafımız var ve bunu bir türlü aşamıyoruz.

Ben, ben, ben... Ben, bencilliğin anahtarıdır. "Rabbena, hep bana" diye diye bencillikte son sürat ilerliyoruz. Başımıza bir felaket geldiği zaman ihtiyaç duyulan ürün ve hizmetlerin fiyatlarının 5 kat artmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Deprem oluyor, ev kiraları ve nakliye fiyatları 3 katına çıkıyor. Salgın hastalıkta kolonya ve maske fiyatlarının kaç kat arttığını hesaplayabildiniz mi? Her kriz anında toptancısından pazarcısına kadar uzanan ahlaksızlık silsilesini anlatmama gerek var mı? Oysaki bizim bir zamanlar dürüstlüğü, güvenilirliği ve ahlakıyla dünyaya nam salmış esnaflarımız vardı. Esnaflarımız kimseyi kandırmaz, kanaatkâr olur, dünya malına tamah etmez, yanlış ölçmez ve eksik tartmazdı.

Sosyal açıdan baktığınız zaman bu tutarsızlıkları siz de fark edebilirsiniz. Bir de bunun kişisel anlamda toplumu bencilliğe sürükleyen bir yönü var. "Benim çıkarlarım, benim hemşerim, benim örgütüm, benim partim" diye diye aramıza kalın duvarlar ördük. İkamet ettiğimiz ev, sürdüğümüz araba, giydiğimiz kıyafet, bulunduğumuz makam, kısacası sahibi olduğunu zannettiğimiz ama aslında emanetçisi olduğumuz her şey bizim yürüyüşümüzü değiştiriyorsa, kibirlenmemize vesile oluyorsa, imanımızda ve insanlığımızda bir eksiklik var demektir. Çünkü şuurlu ve aklıselim insanlar biraz önce bahsettiğim şeylerin bir amaç değil, bir araç olduğunu asla unutmazlar.

İsterseniz olaylara bir de sanatsal açıdan bakalım. Sanatta ve medyada ne kadar başarılı olduğumuzu hiç düşündünüz mü? Televizyonlar reyting oranlarına göre, gazeteler baskı sayısına göre, sosyal medya hesapları takipçi sayısına göre, internet siteleri tıklanma oranlarına göre, kitaplar satış rakamlarına göre değerlendiriliyor. İnternet olanakları artınca televizyon ve gazetelerden sonra bir sosyal medya ağı oluştu. Hâlbuki bizim de alternatif bir sosyal medya platformumuz olmalıydı. Çünkü sosyal medya uygulamalarının neredeyse tamamı yabancı ülkelerin yönetimindedir. Bizler her gün çılgınlar gibi sosyal medya hesaplarımıza resim ve video yükleyerek ve geyik muhabbeti yaparak yabancı ülkelere milyarlarca dolar kazandırıyoruz. Peki, neler kaybettiğimizi hiç düşünüyor muyuz?

İnancına göre değil, kazancına göre hareket eden insanlar daha makbul olunca helal-haram duyarlılığı kalmadı. İnsanlar da "ben sadece kazancıma bakarım" demeye başladı. Sosyal medyada takipçi sayısı 1.000 olan kişi kendini "adam", 10.000 olan kişi ise kendini "muteber" zannediyor. Hele ki, ünlü bir sanatçıyla veya siyasetçiyle çekindiği fotoğrafı profil resmi yapan kişinin ruh halini anlatmak bile istemiyorum. Göreceli rakamların büyüsüne kapılan bu insanlar yeri geldiğinde küfür ve hakaret içeren paylaşımlar yapıyorlar. "Takipçi kasmak" için çocuk, genç, yaşlı, kadın, erkek demeden herkes bu hayâsızca akıma kapılarak klavye delikanlılığı yaptı, "yapmayın, ayıptır, günahtır" diyenler ise sosyal medyada linç edildi. Sosyal medya ahlaksızlığın merkezi oldu. Etik mi kaldı ki, etik kuralları yayınlanıyor?

Televizyon kanallarından da bahsetmeden geçmek istemiyorum. "Sanat" adı altında üretilen içeriklere en kolay ulaşılan mecralardan biri de internetten sonra televizyon kanallarıdır. Yediden yetmişe herkesin evinde ve işyerinde bulunan televizyonlardan bir kumandanın tuşuna basarak izlediği, güya reyting rekorları kıran dizi ve programların "ne kadar" ahlaklı(!) yapımlar olduğunu hepimiz biliyoruz. Yurtdışında daha önce çekilmiş olan bazı filmler ve programlar üzerinde birkaç değişiklik yapılarak, yani uyarlanarak çekiliyor. "Hazıra dağ dayanmaz" derler ama Türk seyircisi buna gerçekten tahammül edebiliyor. Klişeleşmiş, toplumun sinir uçlarını hedef alan, sayıları ve süreleri artsa da çapları daralan, sürekli entrika, yasak aşk, ensest, şiddet, para hırsı, yalan ve inkâr temalı olan dizileri seyircilerimiz sevse de sevmese de izlemek zorunda kalıyor.

RTÜK'e 2018 yılında 124 bin şikâyet gelmiş. Bunlardan 48 bin tanesi dizilerle ilgiliymiş. RTÜK'e yapılan şikâyetleri bir acziyet belirtisi olarak görüyorum. Birtakım odaklar ahlaksızlığı özendiren filmler çekiyorsa biz de güzel ahlakı özendiren filmler çekebilmeliyiz. Geçtiğimiz aylarda RTÜK Başkanı, Kayserili hemşerimiz Cüneyt İnay'ın senaryosunu yazdığı TRT'de yayınlanan "Kalk Gidelim" dizisi için bir teşekkür mektubu yazmıştı. Atalarımız boşu boşuna "marifet, iltifata tabidir" dememiş.

Bununla ilgili 2018 yılında Resmi Gazete'de "Aile ve Çocuk Dostu Yapım ve Dizilerin Teşvik Edilmesine Dair Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmelik" yayınlandı ama uygulama aşamasında büyük eksiklikler var. Milli ve manevi değerlerimizi korumaya özen gösteren, ailevi ve toplumsal değerlerimize örnek teşkil eden yapımları teşvik etmeliyiz. Bütün dizi ve programlar için vatandaşların da düşüncelerini paylaşabileceği resmi bir internet sitesi kurulabilir. RTÜK de kendi kuralları doğrultusunda halkın da düşüncelerini dikkate alarak diziler ve programlar üzerinde bir değerlendirme yapabilir. Mesela düşük puan alan yapımların yurtdışına ihraç edilmesi engellenebilir. Buna kimse "sansür" diyemez. Böyle bir puanlama sistemi kararlı bir şekilde uygulanırsa hiç kimse gerçek hayattan kopuk, izleyicinin zekâsını küçümseyen, yapay ve yüzeysel ilişkileri çarpıtarak sunan 135 dakikalık dizi ve filmler çekemez.

TEDA'yı hiç duydunuz mu? "Türk Kültür, Sanat ve Edebiyat Eserlerinin Dışa Açılımını Destekleme Projesi", Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın bünyesinde 2005 yılından bu yana faaliyette olan bir destek programıdır. 2020 yılına kadar 15 yıl içerisinde 2.395 adet eser 60 farklı dilde yayımlanarak okurlarla buluşturulmuş. Şahsen bu sayıyı da az bulduğumu söyleyebilirim. Çünkü bunların çoğundan halkın haberi yok. MESAM, GESAM, MSG, İLESAM, MÜYAP, SİNEBİR gibi meslek birlikleri ortak bir çatı altında toplanarak ve sanal ortamda küçük bir abonelik ücretiyle dijital platformlar kurarak sanal kütüphaneler oluşturabilirler. Sanatçılarımızı küresel video ve içerik platformlarına mahkûm etmektense hiç yoktan kendimize özgü dijital platformlar kurabiliriz.

Fikir, eser ve teknoloji üreten, ilimde, eğitimde, sanatta ve edebiyatta en başarılı ilk 10 ülke arasında olmamızı isterdim. Biz sosyal medya uygulamalarını en çok kullanan ilk 10 ülke arasındayız. Sizce bu bir başarı mıdır? Salgın hastalık sürecinde her akşam borsa değerlerini takip eder gibi vefat eden ve hasta olan insanların sayısının rakamsal olarak yayınlandığı tabloyu takip etmedik mi? Peki, ardında bıraktıkları acıları hiç düşündük mü? Neyse, sosyal medyadaki paylaşımınızı kaç kişi beğenmiş, kaç tane bildirim gelmiş, hikâyenizi ve durumunuzu kaç kişi görmüş, siz onlara bakmaya devam edin. Bizi rakamlara mahkûm eden kapitalizm, kişilerin ve kurumların fıtratını bozdu. Adeta yeni bir fıtrat zuhur etti; Fıtrat-ül Kapitalizm...

Medyanın içinde bulunduğu durumu anlatmaya çalıştım. Sosyal medyanın da içler acısı halini hepimiz görüyoruz. Sanatta adeta "yok" hükmündeyiz. Bütün bunlara "seyirci" olmaktansa "mücadeleci" olmayı tercih ederim. Reyting, tiraj, hit, takipçi sayısı, tıklanma oranları, satış rakamları gibi rakamlara aldanmadan güzel ahlakı, kültürümüzü ve manevi değerlerimizi anlatan yapımlara destek olmalıyız. Yüzlerce köşe yazarımız ve yorumcumuz var ama yüzlerce senaristimiz, tiyatrocumuz, yapımcımız ve yönetmenimiz yok. Son yıllarda kaç sanatçı yetiştirdik? Bırakın sanatçı yetiştirmeyi, kısıtlı imkânlarla kendini yetiştiren ve zoru başaran ahlaklı ve dürüst sanatçılara bile sahip çıkılmadı. Ünlü(!) sanatçılara hak etmedikleri halde çok değer verildi. Gün geldi, o ünlü(!) sanatçılar ülkemizin kültürel ve manevi değerlerine dil uzatmaktan geri durmadılar. Bunun bedeli ağır olacak, vebali altında ezilmeyene helal olsun. Hesabı mutlaka sorulacak, hesap verebilene aşk olsun.


Bu köşe yazısı defa okunmuştur.