ESTETİK VE MESAJ KAYGISI, SANATIN ŞİARIDIR!



Mektup Edebiyat Dergisi / 01.05.2019

Şu dünyada herkesin muhakkak bir kaygısı vardır. İnsan doğduğu andan itibaren kendisini bir keşmekeşin içinde bulur. Güleriz, ağlarız, seviniriz, çalışırız, üretiriz. Hayat devam ettiği müddetçe hepimiz hayatın bir parçası oluruz. Atalarımız boşu boşuna "azıcık aşım, kaygısız başım" dememiş. Neticede bu da bir fikir-zikir meselesidir. İnsan, neyi dert ediniyorsa, ne için kaygı duyuyorsa, kaygı duyduğu konu karakterini belli eder.

Herodot, "Gerçek bilgelik, kaygı ile düşünmektir. Her talihsizliği hesap etmek ama bir kere eyleme geçtikten sonra da cesur olmaktır" demiş. Hayat sadece yemek, içmek ve eğlenmekten ibaret değildir. Sırf eğlence ve mutluluk peşinde koşsaydık hiçbir sanat eseri meydana gelemezdi. Aslında her şeyi kaygılarımıza, dertlerimize, daha doğrusu huzursuzluğumuza borçluyuz. Bugüne kadar meydana gelen sanat eserleri ve icatlar bu anlam arayışının bir sonucudur.

Ekmek kaygısı, ticari kaygı, şöhret kaygısı, ölüm kaygısı... Hayati düzeyde önem taşıyan sorumluluklarımız aynı zamanda kaygılarımıza da yön veriyor. Sanatçıların ve yazarların da kaygıları olduğunu unutmayalım. Yazılı metinlere dayalı olan şiir, öykü, roman, dizi, sinema, tiyatro, kısmen müzik ve buna benzer eserler üreten sanatçıların ve yazarların "mesaj kaygısı" vardır. Resim, ebru, hat, tezhip, minyatür gibi sanat dallarında etkin olan sanatçıların ve yeni mekânlar tasarlayan mimarların ve mühendislerin ise "estetik kaygısı" vardır.

Sanatçı ile estetik kaygı arasında büyük bir bağ vardır. Sanatçı, güzeli arayan, bulan, hisseden ve hissettirendir. Bir sanatçı eser üretirken heyecanlı, yoğun ve karmaşık bir ruh haline bürünür. Kendisini bizzat izleyicinin veya okuyucunun yerine koyarak empati yapar. Sanatçının içinde bulunduğu ruh hali ve yaşadığı sancılı süreç, sanat eserinin nitelikli biçim bulması için duyduğu kaygılanma sürecidir. Sanatçının kaygılandığı bu süreç aslında yüreğinde hissettiği coşkudur. Böyle bir evrede sanatçının var olma mücadelesi verirken delilik ile dehalık arasında gelgitler yaşadığını herkes anlayamaz. Çünkü gerçek sanatçılar sürekli kendilerini geliştirmeye çalışırlar ve bir eser meydana getirirken her zaman "daha iyisini nasıl yapabilirim?" kaygısı güderler.

Eğer sanatın kıymetini bilirsek baktığımız her şeyde bir güzellik veya farklı bir estetik görürüz. Bir sanat eserinde güzellik diye tabir ettiğimiz estetik değerlerin haricinde içinde yaşadığımız toplumun hasletlerini ve özlemlerini de görebiliriz. Bir mimari yapı, bir resim tablosu, bir sinema filmi veya bir roman sadece estetik değer taşıyan bir eser olmanın yanı sıra, toplumun zekâsını, ahlakını ve felsefesini de yüzümüze ayna tutar gibi bizlere gösterir.

Sanat eserleri toplumların en önemli bellekleridir. Sanatçıları içinde yaşadıkları toplumlar etkiler ve sanatçılar da eserleriyle toplumu etkiler. Bu yüzden bir toplumun nefes alabilmesi için sanatın ve sanatçının varlığı son derece elzemdir. Sanat, bu anlamda işlevsel bir özellik de taşımaktadır. İnsanlık tarihine baktığımızda her türlü çilenin ve mutluluğun yaşandığı bir dünyada, eğer ki sanatçılar bizim gönlümüze hitap edecek eserler ortaya koymuyorsa ortada büyük bir sıkıntı var demektir.

Bir roman, bir resim, bir film veya bir şarkı bizi heyecanlandıramıyorsa, derinden etkileyemiyorsa ve gönlümüzde unutulamaz etkiler bırakamıyorsa bu kısırdöngüye bir çare bulmalıyız. Son yüzyılda Türk milleti olarak neler yaşamadık ki? Darbeler, sistematik işkenceler, algı operasyonları, kültürel kuşatmalar, küresel tehditler, yokluk, sefalet, ekonomik krizler... İşte böyle dönemlerden geçmiş bir toplumun hafızasını diri tutacak, bilincini sağlamlaştıracak eserler ortaya koyamazsak sanatın ve sanatçının bir hükmü de kalmaz.

Yıllarca bize medya üzerinden empoze edilen sanat anlayışı zihnimizi alt-üst etti. Birilerinin tamamen kendi iğrenç heves ve egolarını millete "sanat eseri" diye dayatması o yapımlara bir eser niteliği kazandırmaz. Sanata ve edebiyata dair yeteneğimiz olmasa bile bari düzgün bir algımız olsun. Bir şeye güzel veya çirkin derken neyi esas aldığımız kaygısını biraz da olsa taşıyalım. Sanatçılık iddiamız olmasa da resimden, müzikten, edebiyattan, tiyatrodan ve sinemadan en azından bir sanatçının anlayabileceği kadar estetik zekâmız olmalıdır.

Halkımızın sanata ve edebiyata yönelik anlayışı gerçekten ibretlik bir durumdur. Resim, bir manzara sanatı değildir. Ressamları sadece güzel manzaralar yapan insanlar olarak görmemeliyiz. Vezinli ve kafiyeli yazılan bütün sözlere "şiir" denmez. Şairler bir kalıpçı olarak görülüyor. Hatta "yağdı yağmur, çaktı şimşek" diye dalga geçenler bile var. Hitabet sanatı, genizden konuşmak, cümleleri uzatarak söylemek veya ağdalı cümlelerle hitap etmek değildir. Tiyatro anlayışımız da bambaşka bir boyuta geldi. Tiyatro, sahneli, dekorlu ve ışıklı bir yerde makyajlı ve güzel kostümlü insanların süslü yazılmış sözleri seslerini değiştirerek söylemesi veya birtakım vücut hareketleri yaparak canlandırması değildir.

Şair, şiir yazarken sadece kafiye uyumuna dikkat etmez. "Bak geldim yanına, Yüzüme baksana, Kime diyorum ben, Artık beni duysana". Gördüğünüz gibi anlam bütünlüğü olmayan kafiyelerin ve mısraların bir araya gelmesi bir "şiir" anlamı taşımaz. Mesaj kaygısı taşıyan bir şair, yazdığı şiirin duygulara hitap etmesi için özel çaba sarfeder.

Biraz önce yukarıda yazdığım anlam bütünlüğü taşımayan sözleri şarkılarda sıkça duyar olduk. Cümle kirliliğinden başka bir anlamı olmayan o kadar çok şarkı var ki! Nakarat diye yazılan ama 0-3 yaş zekâsına hitap eden tekerlemeler, duygusal derinliği olmayan vahşi sitemler ve çocuksu sayıklamalar... Yıllarca türkülerimizi ve arabesk müziğini varoş müziği diyerek küçümseyenlerin pop müzik adına ortaya koydukları performans gerçekten büyük bir rezaleti gözler önüne seriyor. "Estetik kaygı" yerine "ticari kaygı" gelince böyle oluyormuş demek ki!

Mesela bir oyuncuya mahkûm rolünü canlandıracağı önceden söylenir. Oyuncu o rolün hakkını vermek için mahkûmları ziyaret eder, onlarla sohbet eder, etrafında birtakım gözlemler yapar ve gözlemlerden kendine bir izdüşümü edinmeye çalışır. Mesaj kaygısı olan bir oyuncu kendisine verilen senaryoyu gelişigüzel okuyup "nasıl olsa sette suflör replikleri söyler, ben de kameraya oynarım, yönetmen okey der, iş biter" diye düşünmez. Yapımcılar, yönetmenler ve oyuncular bu konuda duyarlı olmadıkları için televizyonlardaki dizilerin çoğu klişeden öteye geçemiyor. Klişenin biraz üstüne çıkan yapımların sayısının çok az olduğunu söyleyebilirim.

Bu konuda olumlu konuşmayı gerçekten çok isterdim. Belediyelerin düzenlediği kültürel ve sanatsal etkinlikler bile nitelik ve nicelik bakımından oldukça vasat. Sanat ve edebiyat alanında insanları belli şablonlara şartlandırmaya çalışıyorlar. Sanat eserlerinde "mesaj kaygısı" ve "estetik kaygı" kayboldu, yerine "ticari kaygı" geldi. "Estetik kaygısı" artık kadınların güzellik fobisi oldu. Meşhur olduktan sonra yüksek bütçeli yapımlarda rol alan insanlar asla gelecek kaygısı taşımıyor. Sadece "şöhret kaygısı" taşıyorlar. Gündemde kalmak için kimliklerinden ve kişiliklerinden bile taviz veriyorlar.

Atalarımız "zarfa değil mazrufa bakmak gerek" dermiş. Artık "zarfa değil mazrufa bak" dönemi geride kaldı. Bazı sanatçıların "eserlerimde mesaj kaygısı taşımıyorum" demesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Hal böyle olunca televizyonlarda ve sinemalarda sadece vasıfsız komediler ve seviyesiz aşk filmleri yayınlanıyor. Takdir edersiniz ki, bu tür filmler "mesaj kaygısı" ile çekilmiyor. "Gişe" ve "reyting" amacıyla çekilen bu tür filmler zaten çöpe atılmış demektir. Daha doğrusu hurdaya ayrılmıştır.

Hurda demişken geçtiğimiz aylarda "Hurdadan sanat çıktı" başlıklı bir haber okumuştum. Haberin başlığında "sanat" ile "hurda" kelimelerinin yan yana gelmesi bile zihnimde farklı çağrışımlara sebep olmuştu. Söz konusu haberde İzmir Büyükşehir Belediyesi'nin makine teknikerleri, hurdaya ayrılan motosiklet, otobüs, kamyon ve vinç parçalarını insan, hayvan ve robot figürlerine benzeyen sanat eserlerine dönüştürdükleri yazıyordu. Sanat her yerdedir, yeter ki sanatsal bir algınız ve estetik bir bakış açınız olsun.

"Mesaj kaygısı" taşıyan sanat eserleri neden seyirciyle buluşmuyor? "Mesaj kaygısı" taşıyan dizi ve filmler daha kabul aşamasında iken "gişe" ve "reyting" bahanesiyle iptal ediliyor. Ülkemizin örf ve adetlerine uygun eserler üreten gerçek sanatçılar "ekmek kaygısı" yüzünden farklı işlerde çalışıyorlar. Siz "mesaj kaygısı" ve "estetik kaygı" taşımazsanız küresel medyanın aktörleri izlediğiniz filmlerde ve okuduğunuz romanlarda zihninize çaktırmadan "subliminal mesaj" gönderirler. Zihninizin nasıl işgal edildiğini bile anlayamazsınız.

Yüzlerce televizyon dizisi veya sinema filmi çekmek önemli değildir. Zihinlere kazınacak düzeyde kaliteli ve nitelikli filmler çekebilmeliyiz. Bugün yüzlerce şarkı dinliyoruz. Hangisi türkülerimiz kadar kalplere kazınmıştır? Neşet Ertaş'ın bir türküsünü kimden dinlersek dinleyelim yüreğimiz sızlamıyor mu? Neşet Baba, büyük bir sanatçıydı. Vefatının 7. yılında Allah'tan rahmet diliyorum. Yayınevlerinden her yıl yüzlerce yeni kitap çıkıyor. Kitap yazarı sayısının kitap okuyan okur sayısını geçeceği söyleniyor. Bu nasıl bir tezattır?

Benim de bir sanatsever olarak kaygılarım da var, umutlarım da var. Bazen düşünüyorum, "Türkiye'de yüzlerce akademisyen, profesör, aydın, köşe yazarı, sanatçı ve siyasetçi varken kültür, sanat ve edebiyat konularında bir şeyler söylemek bana mı kaldı?" dediğim zamanlar oluyor. Bundan sonraki süreçte daha nitelikli olan ve mesaj kaygısı taşıyan sanat eserlerinin Türkiye'deki sanatseverlerle buluşmasını temenni ediyorum.


Bu köşe yazısı defa okunmuştur.