EMEĞİMİZİ ÇALDILAR, SANATIMIZ SAHİPSİZ KALDI!



Mektup Edebiyat Dergisi / 01.08.2018

Bir işin yapılması için harcanan güce emek denir. Emek kavramı genellikle fiziki güce göre yorumlanıyor. Düşünmek ve fikir üretmek de bir emektir. Bazı insanlar fiziki gücü ile bazı insanlar ise beyin gücü ile emek harcar. Atalarımız boşu boşuna "emek olmadan yemek olmaz" dememiş. Emek için "alın teri" tabiri de kullanılıyor. Ancak biz emeği halen "işçilik" üzerinden değerlendiriyoruz. Sanata verilen emek bu yüzden çok küçümseniyor.

Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammed'in de buyurduğu gibi, "En hayırlı ve tatlı kazanç, insanın el emeği, göz nuru, alın teri ile kazandığı rızıktır"

Emek kutsaldır. Allah katında da iyi niyetle veya kötü niyetle yapılan her emeğin muhakkak bir karşılığı vardır. "El emeği göz nuru" dediğimiz birbirinden güzel sanat eserlerini meydana getirmek ise sanıldığı kadar kolay bir şey değildir. Emeği sadece kas gücü olarak düşünmekten vazgeçmeliyiz. Sanat için sarf edilen emeğin kas gücüyle simgelenmesi mümkün değildir. Çünkü sanat maddi ihtiyaçlardan çok manevi hazlarla ilgilidir. Sanatçılar Allah'tan gelen ilhamla birlikte yeteneklerini konuştururlar ve yoğun bir süreçten sonra özgün sanat eserleri meydana getirirler. Böyle bir sanat anlayışının arkasında yoğun bir emek ve adanmışlık vardır. Bu çalışma sırasında sarf edilen emek asla küçümsenemez. Sanat eserlerinin arkasında yatan emeğin farkında olmayan insanlar bunu anlayamazlar. Bilakis gerçek sanatçılar sıradan insanlardan daha fazla çalışırlar. Çoğu insanın asla göze alamayacağı fedakârlıkları göze alırlar.

Yıllardır "emeğe saygı, korsana hayır" kampanyaları düzenleniyor. Korsan baskı yapan emek hırsızları yakalanıyor, cezalandırılıyor ama yine emek hırsızlığı kaldığı yerden devam ediyor. Sanatçıların birçoğu eserlerinin korsan baskısı yapılmasından dolayı yeni eserler üretmekten imtina ediyorlar. Taklitçiliğin ve çalıntı eserlerin önüne bir türlü geçilemiyor.

İtalyan rönesans dönemi ressam, heykeltıraş, mimar ve şairi Michelangelo ( 1475 - 1564 ), antik sanatı taklit eden bir "Uyuyan Melek" heykeli yontuyor. Bu heykeli bir süre toprağın altında saklıyor ve o heykele antika havası veriyor. Sonra o heykeli Roma'ya götürerek Kardinal Raffaele Riario'ya antikaymış gibi yutturarak ciddi bir para kazanıyor. Kardinal ise eserin sahte olduğu anlaşılınca Michalengelo'yu cezalandırmak yerine onu taltif ediyor ve yanına alıyor. Michelangelo'nun sahtekârlığı bundan ibaret değil. Başkalarından ödünç aldığı ustalara ait çizimlerin de kopyalarını yapıyor ve bunları işleyerek veya başka tekniklerle eskiterek ödünç aldığı kimselere sahtelerini geri veriyor ve orijinalleri kendine saklıyor. Yani sahtesi aslından daha "orijinal" oluyor. Dolayısıyla sahte ve kopya işler yapabiliyorsanız veya başka sanatçıların eserlerini taklit etmekte insanları kandıracak kadar kusursuzsanız bu "suç" değil, tam aksine bir "ustalık" alâmeti. Tabii ki bu çarpık anlayış bir Kardinal için geçerli olabilir. Fakat bizim dinimize ve geleneklerimize göre ise bu tamamen hırsızlıktır ve kul hakkıdır.

İnsanların emeğe bakış açısı ve sanata ilgisi de çok değişti. Eskiden camilerin yanında inşa edilen külliyelerin içinde küçük sanat atölyeleri olurdu. Sanatkâr insanlar eserlerini o küçük atölyelerde hazırlar ve dükkânlarının önünde de eserlerini sergilerdi. Örneğin, İstanbul'daki Küçük Ayasofya Camii'nin avlusunda halen sanat atölyeleri bulunmaktadır.

Son yıllarda toplumun en büyük sorunu haline gelen tüketim çılgınlığı maalesef sanatı da tüketti. Eskiden sanatkârlık babadan oğula geçen bir olguydu. Şimdi birçok kurslar, eğitmenler ve atölyeler var. Herkes istediği sanatı herhangi bir kursa giderek öğrenme imkânı bulabiliyor. Bu anlamda çok fazla bilgi kaynağı, yayın mecraları ve videolar da var. Ancak tüketim çılgınlığı tamamen hız odaklı olduğu için emek, sanat ve tasarımın kapsamı büyüdü, değeri azaldı. Bir sanatçının belki de aylarca-yıllarca emek vererek meydana getirdiği sanat eserinin kıymeti bilinmiyor. Sanatçılar ne yazık ki bu durumdan da muzdarip oluyorlar.

Bu anlamda sanatçıların hakkını koruyan 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'nun esasen kapsamlı bir kanun olduğunu söyleyebilirim. Ancak fikr-i takip yapılmadığı için uygulama anlamında birtakım zafiyetlere sebebiyet veriyor. Geçtiğimiz aylarda bu kanunda değişiklik yapılması için bir kanun tasarısı hazırlandı. TBMM'ye gelen yasa tasarısında sanatçıların teliflerini 5 yıl alamayacağı belirtiliyor. Tasarıya göre sinema eseri sahibi ve film yapımcısı arasındaki yapım sözleşmesinde aksi belirtilmedikçe eser sahibi; yayın, yeniden iletim ve erişime sunma haklarını yapımcıya devretmiş sayılacak. Telif, hukuken kazanılmış bir haktır. Hak edilen bir şeyin belli bir süreye tabi tutulması sanatçıları çok zor durumda bırakabilir.

Aynı şekilde buna benzer bir yasa daha var. 193 sayılı Gelir Vergisi Kanunu'nun 18. maddesi kapsamında eser sahipleri için gelir vergisi muafiyeti var. Sanatçıların bu imkândan yararlanması için eserlerinin 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu hükümlerine göre eser niteliği taşıması gerekiyor. Bu da Kültür ve Turizm Bakanlığı'ndan alınacak belge ile ispatlanabiliyor. Fakat 2016 yılında Gelir Vergisi Kanunu ile Kurumlar Vergisi Kanunu birleştirilince birtakım kısıtlamalar getirildi. Geliri 220 bin TL'yi aşan sanatçı, yapımcı, sunucu, besteci, senarist, ressam, gazeteci ve yazarlara beyanname verme zorunluluğu getirildi.

Sanatçılara gelir vergisi muafiyetinin dışında kira muafiyeti, seyahat muafiyeti ve buna benzer birtakım muafiyetler de getirilebilir. Mesela, gerçekten rüştünü ispatlamış sanatçılara "sanatçı kimlik kartı" verilsin ve bu sanatçılara ev veya işyeri kiralarken indirim sağlansın. Sanatçılara hak ettikleri manevi imtiyazlar sağlanırsa daha üretken olurlar ve daha huzurlu bir şekilde sanatlarını icra ederler.

Emeğin her açıdan ihmal edilmiş içler acısı hali ne yazık ki sanat cephesi için de geçerlidir. Toplumda sanatın bir "hobi" veya "boş zaman meşgalesi" olduğuna dair algı da bu konuda bir çözüm üretilmesine mani oluyor. Şimdi bu konuda ne söylemeliyiz? Sanatçıların telif hakları yeterince korunmuyor. Sanata verilen değeri zaten biliyoruz.

Hele ki bu dönemde bir sınıfa, bir cemaate, bir gruba veya bir akıma dâhil olma ihtiyacı adeta "moda" haline geldi. Üzülerek söylüyorum, sanatçıları da birtakım siyasi oluşumlara dâhil etmeye çalışanlar var. Herhangi bir gruba dâhil olan "sanatçılar(!)" bir anda saygınlık kazanıyorlar ve hızlı bir şekilde yükseliyorlar. Hayal bile edemeyecekleri yerlere geliyorlar ve çok büyük paralar kazanıyorlar. Ne kadar "ünlü" olurlarsa olsunlar, emek vermeden hak etmedikleri yerlere geldikleri için bir gün unutulup gidiyorlar.

Peki, gerçek sanatçılar hayatlarını nasıl idame ettirecek ve bu şartlar altında nasıl eser üretecek? Sanatçıların huzurlu ve güvenli bir şekilde yaşaması için ne yapmaları gerekiyor? Sanatçı muhalif mi olmalı, yalaka mı olmalı, bir sendikaya mı üye olmalı veya ne idüğü belirsiz oluşumlara mı katılmalı? Sanatı ve sanatçıyı sahipsiz bırakmak ülkemize ne kazandırır? Sanatın ve sanat için verilen emeğin önemini ne zaman anlayacağız?

Sanat için sarf edilen emeğin önemini ve değerini anlayamayan insanlar için manidar bir anekdot paylaşmak istiyorum. Ünlü İspanyol ressam Pablo Picasso bir gün lokantada yemek yerken adamın biri yanına kadar gelip kendisine tebelleş olur;
- "Şu peçeteye bir şeyler karalayabilir misiniz?" diye ricada bulunur.
Picasso da peçeteye birkaç kıvrak çizgi çizer ve peçeteyi adama uzatır;
- "Buyurun, borcunuz şu kadar!"
- "Ama bu sadece 10 saniyenizi aldı"
- "Evet ama 10 saniyede resim yapabilmek de 40 yılımı aldı!"

Verimli ve huzurlu bir yaşam için her koşulda kültürden ve sanattan beslenmeliyiz. Ülkemizde yaşayan ve yaşamış olan gerçek sanatçıların kültür ve sanat alanında verdikleri emeği takdir etmeliyiz. Sanat için verdikleri emeği daha iyi anlayabilmek için o sanatçıların hayatlarını okumalıyız, hangi koşullarda eser ürettiklerini araştırmalıyız, hatıralarını dinlemeliyiz, tutkularını ve samimiyetlerini anlayabilmek için onlarla empati kurmalıyız. Sanatçıların yüreğinde bir ömür boyu süren üretme tutkusu ve isteğinin nadide sanat eserlerine nasıl dönüştüğünü idrak etmeliyiz. Özveriyle ve tutkuyla eser üreten sanatçıların tarihimize ve bize bir armağan olduğunu düşünüyorum.

Ben de yazımı 18. yüzyılda yaşayan İngiliz şair ve yazar Samuel Johnson'un sözleriyle bitirmek istiyorum.
"Emeksiz yazılan yazı, keyifsiz okunur"


Bu köşe yazısı defa okunmuştur.