DAVAMIZ KURUMSALLAŞTI



Mektup Edebiyat Dergisi / 02.11.2022

"Dava" denilen mukaddes olgunun muhteviyatını kıymetli büyüklerimden çok dinledim. Zor zamanlarda çileye talip olan insanların hiçbir karşılık beklemeden, eğilmeden, bükülmeden ve yamulmadan yaşadıklarına ve vefat ettiklerine yakından şahit oldum. Fedakârlığın, cefakarlığın, azmin, sabrın, tevazunun, vefanın ne kadar da güzel hasletler olduğunu onlarda gördüm. O güzide insanların içinde bulunduğu muhafazakâr camiada önceden hakikatli bir kardeşlik vardı. Herkes birbirini Allah için severdi. Çileler, hüzünler, mutluluklar ve gayeler birdi.

Hz. Mevlana, Yunus Emre, Mehmet Akif Ersoy, Necip Fazıl Kısakürek, Arif Nihat Asya, Cahit Zarifoğlu ve Sezai Karakoç gibi birçok önemli şahsiyetin eserleri, şiirleri ve özdeyişleri dillerinden eksik olmazdı. Abdürrahim Karakoç'un "Hak Yol İslam Yazacağız" şiirinde yazdığı gibi kör dünyanın göbeğine "Hak Yol İslam" yazacaklardı. Arif Nihat Asya'nın "Fetih Marşı" şiirinde yazdığı gibi hepsi Fatih'in İstanbul'u fethettiği yaştaydı. "İman varsa imkân da vardır" derlerdi. Eğitimde, sanatta, edebiyatta, siyasette ve ticarette ortak idealleri ve heyecanları vardı.

Gün geldi, Allah'ın dediği oldu. İnançlı ve sabırlı olduğunu iddia eden muhafazakâr insanlara Allah tarafından bir imkân verildi ve yine Allah'ın izniyle o insanlar bir imtihana tabi tutuldu. O çetin imtihanda güya inançlı sandığımız insanların çoğu şuurlarını yitirerek vefayı, cefayı, sabrı, tevazuyu ve mücadeleyi yavaş yavaş unuttular. Böylece "dava bilinci" kalmadı. Çünkü inançlarından dolayı yıllarca "ezilen" insanlar için yepyeni bir dönem başlamıştı. Parayla, makamla, şöhretle ve şehvetle tanışarak adeta şeytanla anlaşmışlardı. Orantısız bir siyasallaşma sürecine girilince sayısallaşma başladı ve her şey hızlı bir şekilde kurumsallaştı.

Bugünlerde o coşkulu ve heyecanlı günlerin yerinde yeller esiyor. Nostaljik açıdan bakarsanız dini, milli ve ailevi değerlerimizin hoyratça istismar edilerek bir kenara atıldığını anlarsınız. "Kültür" deseniz "her yerde kültür müdürlüklerimiz var" derler. "Medeniyet" deseniz "medeniyetimizi yaşatan vakıflarımız var" derler. "Ticaret" deseniz "ticaret odalarımız var" derler. "Siyaset" deseniz "bizim her yerde adamlarımız var" derler. Sayısal çokluğa aldanıp içini boşalttıkları kavramları "yararı yok, zararı çok" denilebilecek kurumlarla ihya edeceklerini sanıyorlar. Bu yüzden gazetelerimizin ve televizyonlarımızın bile etkisi azaldı.

Her konuda vakıflar ve dernekler kurup gıcır gıcır binalar inşa ediyorlar. İç dünyalarına değil, dış görünüşlerine yatırım yapıyorlar. İnsana değil, taşa toprağa şekil vermeye çalışıyorlar. Kavramları değil, kurumları yüceltmek için çaba gösteriyorlar. "Çalışıyormuş" gibi görünmek marifet değildir. Makam sahibi insanların sosyal medya sayfalarına bakarsanız "bilmem nerenin başkanını misafir ettik" veya "bilmem nerenin müdürünü ziyaret ettik" gibi paylaşımlar görürsünüz. Göster"iş" yapmayı "iş" zannedip her yere "adam" yerleştirmekle övünüyorlar.

Bakıyorsunuz, hizmet binaları mükemmel ama hizmet kalitesi düşük... Sormazlar mı, "hizmet binası mı önemli, hizmet kalitesi mi önemli?" diye... Stüdyolar mükemmel ama yayınlanan programlar taklit... Sormazlar mı, "stüdyo mu önemli, programların kalitesi mi önemli?" diye... Bu sorulara mantıklı cevaplar veremedikleri için inandırıcılıklarını yitirdiler. Bir de utanmadan vav gibi eğilmekten, elif gibi dik durmaktan falan bahsediyorlar. Bazen Hazreti Ömer'den dem vuruyorlar, bazen de "iktidar olduk ama muktedir olamadık" diyorlar.

Yıllar önceki heyecan, coşku ve azim yerini rehavete ve riyakârlığa bıraktı. Şucu veya bucu olup "makamcılık" oynuyorlar. Devlet makamları bile çoluğun çocuğun oyuncağı oldu. Biz bile "yahu bunlar kimin çocuğu?" demeye başladık. Allah sizi inandırsın, gerçekten uzun yıllardır tanıdığımız, dürüstlüğüne ve çalışkanlığına güvendiğimiz insanlardan herhangi biri önemli bir göreve atandığı zaman "inşallah bu da bozulmaz" diyoruz.

Şahsi menfaatlerinden başka hiçbir şey düşünmeyen insanlar akşama kadar birbirlerinin kuyusunu kazıp gece yarısı olunca resmi gazeteyi takip ediyorlar. Kimin nereye atanacağına iftiralarla ve tehditlerle yön vermeye çalışıyorlar. Salgın hastalık sürecinde "Biz bize yeteriz" adlı kampanyanın ismini garipsemiştim. Hakikaten biz bize yettik ve düşmana hiç gerek kalmadı. Yanıbaşımızdaki insanlar ellerinden gelen bütün kötülüğü yaptılar.

Her şeyin rutinleştiği ve anlamını yitirdiği bir zamanda nice çilekeş insanların gönül verdiği ve hayatını adadığı o mukaddes "dava" anlamını yitirdi. Dava adamı(!) sandığımız insanlar da "farklı" yollara savrulunca davamız kurumsallaştı. Davanın metanetlerini ve melanetlerini ayırt etmenin zamanı geldi. Güya hizmet aşkı ile yanıp tutuştuğunu iddia eden ve her daim davadan(!) bahseden tuzu kuru gafiller "64 ruhu" ile düzeltilemez. Bosna Hersek'in ilk Cumhurbaşkanı Bilge Kral Aliya İzzetbegoviç boşu boşuna "Davalar acılar içinde doğar, refah içinde ölür" dememiş.


Bu köşe yazısı defa okunmuştur.