ALLAH'IN BİR EMANETİ DE SANATTIR!



Mektup Edebiyat Dergisi / 01.01.2020

Dünya küçük bir köyden ibaretse ve biz ülke olarak dünya ile entegre olduğumuzu düşünüyorsak bütün dünyada ideolojik, kültürel, biyolojik ve teknolojik savaşların devam ettiğini unutmamalıyız. Böyle bir durumda bilim, sanat ve edebiyat gibi kültürel düzeyde büyük önem arz eden cepheleri boş bırakmamalıyız. Boş bıraktığımız cepheler düşmanlarımızın cephesi olur ve o cephelerden gelen saldırılar da hesap edemeyeceğimiz kadar büyük zararlar verir.

Ülkemizin üzerinde de yıllardır büyük oyunlar oynanıyor. Bu hepimizin idrak etmesi gereken bir gerçektir. Bilhassa sanat alanında maruz kaldığımız saldırılara karşı çok dikkatli olmalıyız. Bize internet ve medya üzerinden "sanat" diye dayatılan her şeye "seyirci" olma lüksümüz yok. Bilime, sanata ve edebiyata önem vermezseniz deneme tahtası gibi kullanılırsınız. Üzerinizde her şeyi denerler. Biz estetikten, sanattan ve edebiyattan uzaklaştığımız için hiçbir şeyin etkisi olmuyor. Müthiş bir kültürel çölleşme evresindeyiz. Bu kültürel çölleşme ne zaman bitecek?

Sanatın etkileyici, bütünleştirici ve farkındalık oluşturan bir yönü vardır. İranlı Müslüman sosyolog Dr. Ali Şeriati, "Sanat, Allah'ın insana verdiği bir emanettir" demiş. Rus Yazar Lev Tolstoy ise "Sıkıntı sürecinde olgunlaşan, düşünceyle yoğunlaşan, emekle hazırlanan ve en iyiyi vermeyi amaçlayan faaliyete sanat denir" demiş. Bilim, sanat ve edebiyat alanında yapılan faaliyetler neden "öylesine" yapılıyor? Hani "dostlar alışverişte görsün" misali... Atalarımızın da dediği gibi, "Eli ayağı boş değil, tuttuğu iş değil"... Samimiyetsiz ve özverisiz yapılan her faaliyet değerlerimizin heba olmasına sebep oluyor.

Televizyon dizilerinde ve sinema filmlerinde bir tane "başarı hikâyesi" var mı? İçinde "intikam" ve "ihtiras" hikâyeleri bulunan yığınla film var. Çalıştığı işyerindeki patronunu elde etmek "başarı" değildir. Zengin bir aileye gelin olduktan sonra aile mensuplarının arasına nifak tohumları ekmek "başarı" değildir. Herhangi bir şeye sahip olmak için her yolu denemek de "başarı" değildir. "Zaten o tarz diziler izlenmediği için kısa sürede final yapıyor" diyebilirsiniz. Fakat bir müddet sonra farklı isimlerle tekrar karşımıza çıkıyor. Tarihi dizilerimiz bile kabak tadı vermeye başladı. Tarihi gerçekçilik artık dikkate alınmıyor. Reyting uğruna tarihi dizilerin içine bile "entrika" senaryoları eklenmeye başlandı. Misal, Osman Gazi'yi canlandıracak başka oyuncu bulamamışız!

Yıllar önce kıymetli hemşerimiz, Geniş Aile dizisinin senaristi Cüneyt İnay'a "neden bir futbol dizisi yazmıyorsunuz?" diye sormuştum. Cüneyt İnay ise cevaben "Futbolla tamamen alakalı olan diziler maalesef çok maskülen kalıyor ve bu tip dizileri kadın seyirci direkt elinin tersiyle itiyor" demişti. Benim hatırladığım kadarıyla futbol ile ilgili 2001 yılında TRT'de sadece 6 bölüm yayınlanan "Cesur Kuşku" dizisi vardı. Bir de 2010 yılında yine TRT'de bir sezon boyunca yayınlanan "Yerden Yüksek" dizisi vardı. Üzerinden yıllar geçmesine rağmen televizyon dizilerinin konuları maalesef klişeden öteye gidemedi.

Başınızdan geçen bir hatıranızı herhangi bir yerde anlatıyorsanız buna "sohbet" denir. Yazmaya çalışırsanız "edebiyat" olur. Canlandırmaya çalışırsanız "sanat" devreye girer. Konuşurken iletişim diline göre konuşursunuz. Yazarken edebi kurallara göre yazmaya çalışırsınız. Sahnede canlandırırken sanatsal detaylara ihtiyaç duyarsınız. Hazreti Musa, Firavun'un yanına giderken kendisine bir ayet vahyedilir; "Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et, onlarla en güzel yöntemle tartış. Kuşkusuz senin Rabbin, yolundan sapanların kim olduğunu en iyi bilendir. O, doğru yolda bulunanları da çok iyi bilir". Bu ayet Nahl Sûresi'nin 125. ayetidir. Hikmetle ve güzel sözle çağırmak bir sanattır. Başarılarınızı sanatsal açıdan anlatabilmek de bir başarıdır.

Şehirlerde yaşayanlar pek bilmez. Türkiye'de halen yola, suya, elektriğe, hastaneye hasret duyan köyler ve kasabalar var. Şükürler olsun ki, devletimiz ülkemizin en ücra köşelerine enerji santralleri, hastaneler, barajlar ve yollar inşa ediyor. Gerçekten bu anlamda köylerde yaşayan vatandaşlarımızın geleceği için önemli yatırımlar yapılıyor. Fakat bu yatırımlar uzun yıllar sonra milletin hizmetine sunulsa da kıymeti bilinmiyor. "Hafıza-i beşer, nisyan ile maluldür". Siz geçmişte çekilen sıkıntıları ve meşakkatli serüvenleri bir öykü olarak yazamıyorsanız veya bir film olarak çekemiyorsanız kimseye anlatamazsınız. Özellikle muhafazakâr insanlar hasletlerini, özlemlerini, fikirlerini ve en önemlisi yıllarca çektikleri çileleri beyazperdeye yansıtamıyorlar.

Gün geldi, Allah nasip etti, bir sürü gazetemiz ve televizyonumuz oldu. Fakat ne hikmetse geçmişimizi unuttuk. Dünyevi nimetlerle fazla oyalandık. Her yere yeni binalar inşa ettik. İnsanların zihinlerine kazınacak kadar etkili diziler ve filmler çekemedik. Allah'ın bize emanet ettiği sanatın ve bize bahşettiği nimetlerin kıymetini bilemedik. Muhafazakâr insanlar 27 Mayıs'ı, 12 Eylül'ü, 28 Şubat'ı ve 15 Temmuz'u anlatabilen kaç tane film çekebildi, kaç tane roman yazabildi? Her yerde bu tarihleri zikrediyorlar ama sanatsal açıdan anlatamıyorlar.

Sanatın ne kadar etkileyici bir yönü olduğunu size birkaç örnekle anlatmaya çalışacağım. İnsanların anlatamadığı veya anlayamadığı bir duyguyu bir film çekerek birkaç replikle anlatabilirsiniz. Yüreğimizde apayrı bir yeri olan bazı filmlerin repliklerini müsaadenizle sizlerle paylaşmak istiyorum. Filmlerin adını yazmayacağım. Sizler hangi filmlerden alıntı yaptığımı inşallah doğru tahmin edersiniz.

"Çok yoruldum Patron. İnsanların birbirine kötü davranmasından bıktım artık. Her gün dünyada hissettiğim ve duyduğum acılardan bıktım artık. Çok fazla var, sanki her an içime kafama cam parçaları batıyor. Anlıyor musun Patron?"

"Etmeyin Reis Bey, siz ağlayamazsınız. Ağlayabilseydiniz anlayabilirdiniz"

"Bak beyim, sana iki çift lafım var. Koskoca adamsın. Paran var, pulun var, her şeyin var. Binlerce kişi çalışıyor emrinde. Yakışır mı sana ekmekle oynamak? Yakışır mı bunca günahsızı, çoluğu çocuğu, karda kışta sokağa atmak, aç bırakmak?"

"Burada duraydım böyle. Tam burada... Böyle kollarımı açaydım iki yana. Tutaydım onu, gitme diyeydim"

Yukarıdaki repliklerin hangi filmlere ait olduğunu umarım hatırlamışsınızdır. Sanatın gönüllere hitap eden, zihinlere kazınan bir yönü de budur. Şimdi daha büyük imkânlar olmasına rağmen böyle duygu yüklü ve özgün filmler çekilemiyor. Hazreti Hamza'nın adını duyduğunuzda zihninizde "Çağrı" filminde rol alan Anthony Quinn'in siması beliriyorsa bu çok büyük bir başarıdır. Bu yöntem özellikle reklamlarda çok kullanılır. Beyaz eşya, deterjan veya peynir denildiğinde aklınıza gelen ilk marka sürekli reklamlarda gördüğünüz markadır.

"Biz bugünlere kolay gelmedik. Yıllarca örselendik, ezildik, insan yerine bile konulmadık. Öz yurdumuzda garip kaldık, yapayalnız kaldık. Kolay mı, yerinden oynamış taşları yerine oturtmak? Kolay mı, maneviyatı muhafaza ederek, maneviyatsız olanlara muhafız olmak? Kolay mı, tüküreceğiniz yüzü öpmek? Kolay mı, öpeceğiniz yüze tükürmek? Siz insanı ne yaşlandırır sanıyorsunuz?"

Yukarıdaki repliği ben yazdım. İşte biz içinde böyle diyaloglar geçen filmler çekemedik. Seçim zamanı tomar tomar para harcanarak çekilen reklam filmlerinin de ileriye yönelik hiçbir faydası olmadı. Siz hiç "vay be, siyasi parti ne güzel reklam filmi çekmiş, seçimde bu partiye oy vermeliyim" diyen bir seçmen gördünüz mü? Laf ile âleme binlerce nizamat vermeye kalkıştık. Kendimize hiç çeki düzen vermedik ve bu yüzden sözlerimizin inandırıcılığı kalmadı. Ziya Paşa'nın da dediği gibi; "Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz".

İşin ilginç yanı da şudur. Bu yazdıklarımı kültür bürokrasisinde görev yapan herhangi bir adama söylesem "Merak etme Hasancığım, iki tane kamu spotu çekeriz, olur biter" diyeceklerinden adım gibi eminim. Ekranlarda bir sürü kamu spotu gösteriliyor. Kime ne faydası var, tartışılır. Her gün medyada yüzlerce basın bülteni yayınlanıyor. O çalakalem hazırlanan bültenleri kimse okumuyor, can kulağıyla dinlemiyor. Devletin milyonlarca vatandaşa sunduğu sosyal hizmetler ve ekonomik düzeydeki kamu yatırımları bile gazetelerde ve televizyonlarda kasıtlı olarak anlattırılmıyor. Ben şahsen "Reis yatırımları her yerde anlatıyor zaten. Sizin özel haber yapmanıza gerek yok ki!" diyen çok basın müşaviri gördüm. Rehavetin zirvesi bu olsa gerek!

Yerel seçimlerde İstanbul'un 1990'lı yıllarda yaşadığı sıkıntıları herkes anlattı. Fakat 2000'li yıllarda dünyaya gelen Z kuşağı çocuklarını bunlara inandırmak öyle sanıldığı kadar kolay değildir. Peki, siz yıllar önce İstanbul'da yaşanan su sıkıntısını mizahla anlatabilir miydiniz? Bunu "Olacak O Kadar" programında çektiği bir skeçle en iyi Levent Kırca anlatmıştır. Bize acı bir gerçeği güldürerek hatırlatmış ve hepimizi düşündürmüştür. "Bak İSKİ'cim... Vatandaşın suyunu niye kesiyorsunuz İSKİ'cim? Bunun bir programı yok mu?" diye söylediği repliği unutmak mümkün mü? Bu vesileyle Levent Kırca'ya da Allah'tan rahmet diliyorum. Ruhu şâd olsun!

Umudumu kaybetmedim, heyecanımı yitirmedim. Mesela 12. yüzyılda Ortadoğu'da Müslümanların birliğini sağlayarak Haçlıların ilerlemesini durduran ve o dönemde İslam'a yönelik tehdidi savuşturan Kudüs Fatihi Selahaddin Eyyubi'yi anlatan bir sinema filminin çekilmesini çok isterim. İnşallah başrolde "Mesele sadece Gezi Parkı değil arkadaş. Sen hala anlamadın mı?" diyen adamı oynatmazlar. Bazen fikirlerimin yanlış anlaşılmasından çekiniyorum. Umarım, fikirlerim yanlış anlaşılmaz. Vesselam, "biz bugünlere kolay gelmedik" diyerek yepyeni öyküler yazmalıyız, yepyeni filmler çekmeliyiz. Hazıra değil, çileye talip olan ve şöhret peşinde koşmayan sanatçılarımıza sahip çıkmalıyız. Şerefsiz insanların birbirine sahip çıktığı kadar şerefli insanların da birbirine sahip çıkması gerektiğini düşünüyorum. Ancak bu şekilde kültürel çölleşme son bulur.


Bu köşe yazısı defa okunmuştur.